2.4

1.2K 129 69
                                    

Kendimi bildim bileli insanların çığlıklarını dinlemiştim. Hepsi kafamın içinde beni çıldırtacak kadar gürültülü şekilde beynimi kemiriyordu. Kimse benim çığlıklarımı duymuyordu, kimse gözyaşlarımı hissetmiyordu; tek yaptıkları daha fazla çığlık atmaktı. Herkesin sesini duyuyordum; herkesin gözyaşlarını, bastırdığı duygularını, dibe gömdüğü acılarını hissediyordum.

Mutant olmak boktan bir şeydi, özellikle benim gibi güçlerini kontrol bile edemeyen psişik ucubenin tekiyseniz.

Donghyuck'u nasıl bulduğumu hatırlamıyordum ama tanışmamız başıma gelen en güzel şeydi, yaşamak için tek umudum oydu. Defalarca hayatımı kurtarmıştı, beni sevmişti, ailemin aksine bana değer vermişti ama ben beni hayatta tutan tek şeyi bencilliğim yüzünden kaybetmiştim.

Geleceği, olacakları bilmenin kötü yanları vardı, düşünceleri duyabilmenin ise daha kötü. Kimseyi suçlayamıyordum hiçbir şey için, kendimi bile suçlayamıyordum; böyle olduğunu görmüştüm görülerimde, böyle de olacaktı. Jaemin'i henüz canlı canlı görmeden sevecektim, Donghyuck'u bıktıracaktım, ihanet ediyormuş gibi hissettiğim için ondan ayrılacak ve daha çok bıkmasına sebep olacaktım; sonra Donghyuck beni bırakıp gidecekti, Jaemin'i de kendimden uzak tutmaya çalıştıkça bana daha çok gelecekti.

Gördüğüm her şey gerçekleşmişti, tanrının benim için planı kusursuz işliyordu.

Jaemin'in attığı çığlıkları duydum o sırada; içinden tanrıya dualar ediyordu, iyi olmamı istediğini söylüyordu. Canım o kadar acımıştı ki tanrının onu reddetmesi şaşırttı beni. Bunca insan ona tapıyor ve çığlıklarla, hıçkırarak ağlayıp affına sığınıyordu. Tanrı ise yalnızca izliyordu, bir yandan da herkes için özenle oluşturduğu kaderin ilerleyişini kontrol ediyordu.

Dayanamayıp "Sus." dedim Jaemin'e. Çaprazımda duran çalışma masamın sandalyesinde bağdaş kurmuş otururken başını telefonundan kaldırdı ve kafasının karıştığını oldukça belli eden ifadesiyle gözlerime baktı. "Konuşmuyorum ki."

"Dua etmeyi bırak Jaemin, sözlerin hiçbir şey ifade etmiyor."

"Ne?" diye sordu kaşları hafifçe çatılırken. Derin bir nefes aldım ben de. "Kendini aciz gösterme," dedim sırtımı dikleştirirken. "Tanrının umrunda değilsin."

"Arin," telefonunu kapatıp çalışma masama bıraktıktan sonra yüzünü ovaladı. "Ne yapmamı istersin başka?" derken gözlerime bakıyordu gergin ifadesiyle. "Yanına yaklaştırmıyorsun, elimden gelen zaten bir şey yok. Kafayı yemek üzereyim ben burada."

Sesini yükselttiğinde dudaklarımı dişliyordum sinirle. "Seni korumaya çalışıyorum." dedim sessizce, bakışlarımı gözlerinden çekerken. Çenemi kendime çektiğim dizime yasladım ve üzerimdeki yorgananın desenlerine bakmaya başladım.

"Kendini bile koruyamıyorsun sen."

Oturduğu yerden kalkıp kapıya ilerlediğinde arkasından bedenine baktım. Haklıydı; kendimi koruyamıyordum, onu nasıl koruyacaktım? Tersine, hep yaptığım gibi daha fazla zarar verirdim ben.

Odamdan çıktı ve arkasından kapıyı açık bırakarak küçük koridoru geçtiğini gördüm, ardından gözden kaybolmuştu.

Kısa bir süre daha karşımda tüm duvarı kaplayan camdan Gangnam'ı izleyerek düşüncelerimde boğulmuştum. Ne kadar derine inersem nefesim o kasar daraldı ve telefonumdan tam on ikiyi gösterecek şekilde ayarladığım alarm çalmaya başladığında kalbim öyle tekledi ki patladı sanmıştım.

Göğüs kafesime oturan ağırlık hızlı bir şekilde tüm vücuduma yayıldığında canım o kadar acıyordu ki bedenim cenin pozisyonu aldı ve parmaklarımla kucağımdaki yorganı sıkarken gözlerimden yaşlar boşaldı. Baskı bedenimin tek tek her hücresinde, damarlarımın her karesinde iliklerime kadar işledi ve ben güçlerime daha fazla karşı koyamadım.

angel on fire :: na jaeminHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin