1. Bölüm.

808 35 12
                                    

Merhaba canlarım. Yeni hikayemin ilk bölümü ile sizlerleyim. Bu hikayenin fikir annesi aslında ben değilim. Çok sevdiğim dostum ve ilk hikayemden de hatırlayacağınız Saime Sultan bu hikayenin fikir annesi. Bu yüzden bu hikayemi ona itaf ediyorum. Hikayenin ana teması ona, geri kalan tüm hayal gücü de bana ait. Bu hikayemde gerçek hayat hikayelerinden kesit olmayacak. Umarım beğenirsiniz. Yorumlarınıza göre, bölümleri yayınlayacağım. Hepinizi öpüyorum.



       Eski Datça'nın, Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında kırmızı bir bisiklet aheste aheste yol alıyordu. Sonbahar güneşi, beyaz duvarlı taş evleri, bir sevgili edası ile sarmalamış begonvillere göz kırparken, rüzgârın serin esintisi bisikleti kullanan kadının sarı saçlarını uçuşturuyordu. Yazın sıcağında bile serin esintileri ile yaşayan halkı rahatlatan rüzgâra, kuş ve cırcır böceklerinin huzur veren sesleri eşlik ediyordu.

Genç kadın önünden geçtiği beyaz evin kapısına geldiğinde bisikletini durdurdu ve hüzünlü bakışlarını eve doğru çevirdi. Aşkı ve hayatı şiir ile anlatan adamı ve ona şiirler yazdıran kadını düşünürken, yüzünde hüzünlü bir tebessüm oluştu. Bu ev, onların şiir dizelerine dökülen aşklarının, en büyük şahidiydi.

"Yaşamak düğünse, sen orada gelindin. Seni soydum Güler dünyayı giyindim." diyerek, yüreğinden taşan aşkı, sevdiğine ne güzel de ifade etmişti Can Baba.

Genç kadın derin bir iç çekti. Keşke her aşk da Can ve Güler Yücel'in aşkı kadar yoğun ve mutlu yaşanabilseydi ya da tüm sevenler, sevdiklerine kavuşa bilseydi ama genç kadın, bunun çok ütopik bir düşünce olduğunun da farkındaydı. Çünkü bazılarına göre, aşkı aşk yapan da onu ölümsüzleştiren de yaşadığımız ayrılığın bizlere bıraktığı tek ve en büyük hediyesi olan yürek acısıydı. O his tarih boyunca, bir çok şairin, bir çok yazarın ve sanatçının ilham kaynağı olmuştu.

Aslında, bu ağır duygu yoğunluğunu yaşayanların en başında da kendisi geliyordu.Genç kadın yıllardır kalbine yer eden bu acı ile kardeş olmuş ve onunla yaşamaya alışmıştı. Yıllar önce, en zor günlerinde, ona kucak açmış bu kasaba ve sevdiği adamın ona bıraktığı hediye ile avunup, mutlu olmaya çalışsa da hala yüreğindeki kırık parçaları bir araya getiremiyordu. Huzur bulduğu bu yere taşınalı beş yıldan uzun bir süre olmuştu. Aslında taşınmaktan çok, kaçış demek daha doğru olurdu. Masalların gerçek olmadığı, acımadan yüzüne vurulmuş ve dimdik ayakta durmayı yaşayarak görmüş ve öğrenmişti Çağla.

Beş yıl önce yüzüne vurulan acı gerçek ile tüm dünyası alt üst olmuş ve tek çareyi kaçmakta bulmuştu. Her zaman olduğu gibi, ona kucak açan tek kişi can yoldaşı ve biricik dostu Özlem ve annesi Ayla Hanım olmuştu. Okula başladığı ilk yıl Özlem ile tanışmıştı Çağla. Kader onları aynı yurtta ve aynı oda da birleştirmişti. Dört yıl içinde ilişkilerini, arkadaşlıktan dostluğa, dostluktan kardeşliğe taşımışlardı. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmemiş, tatillerde bile birbirlerinden ayrılmamışlardı ama dört yılın sonunda ayrılık çanları çalmıştı. Çünkü Özlem okuduğu işletme fakültesinden mezun olurken, tıp fakültesinde okuyan Çağlanın henüz iki yılı daha vardı. Birbirlerinden ayrı geçen iki yıl, onların bağlarını koparmamış, tam tersi daha da güçlenmesini sağlamıştı. Hemen hemen her gün saatlerce telefonda konuşur, gün içinde yaşadıklarını birbirlerine eksiksiz rapor ederlerdi. Tek hayalleri Çağlanın mezuniyetinden sonra aynı evi paylaşmaktı. Bu sayede yine birlikte olmanın keyfini sürebileceklerdi. İki arkadaşında kurduğu hayaller gerçekleşmişti ama geride bıraktıkları ve yaşanılan onca acı düşünüldüğünde, dudaklarda acı bir tebessüm bırakıyordu. Can dostu o ağlarken, başını dayacağı omuz ve arkasında yaslanacağı dağ olmuştu. Bu zamana kadar birlikte ağlayıp, birlikte güldüğü tek insandı Özlem. Ayla Hanım ise, genç kadının annesi gibiydi. Şefkat ve sevgisi ile Çağlanın anne özlemini bir nebze de olsa gideriyordu.

KADER BAĞLAYINCAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin