Kulağıma çalınan aradığınız kişiye ulaşılamıyor sesiyle büyük bir nefes verip telefonu kulağımdan çekmiştim.
Yurtta yaşanan olaylardan sonra kendime hâkim olamayıp hızla yurttan çıkmaya odaklanmıştım. Mavi saçlı beni takip etmek üzereyken de engellemek için üstüne on kiloluk bavulumu sürmüştüm ve işe de yaramıştı.
Ama bulunduğum vakit itibariye bavulu olmayan elinde şarjı bitmek üzere olan kayıtlarda otuza varan yurt sahibi yazan telefonla boş boş sokakta geziniyordum.
Yurt sahibini arayıp büyük bir panik atak eşliğinde yaşanan şeyleri anlatır anlatmaz sahibi bana normal olduğunu anlatmaya çalışmıştı fakat o beni sakinleştirmeye çalıştıkça ben daha da telaşa düşmüştüm.
Numaramı engellemiş olmalıydı ki bir daha da telefonlarıma çıkmadı.
Gerçekten, Japonya'nın en umut vaadeden stajerlerinden biri olan ben, Kang Yeosang daha kendi cinsinden biriyle kalamıyordu.
Yol boyunca itelediğim taştan bakışlarımı kaldırıp sağıma baktığımda minik bir kahve dükkanı olduğunu gördüm. Saatlerce sokakta boş boş dolaşmak yerine kıyafetlerini bile feda edebilen fakat notlarını feda edemeyen Kang Yeosang olarak biraz çalışıp kafamı dağıtabileceğimi düşündüm.
Klasik zil sesi başımın üstünde yankılandığı vakit beklemeden içeri girdim ve az dolu olan kafede yüzümü çam kokusuyla karışık kahve çekirdeği kokusunun okşamasına izin verdim.
"Hoşgeldiniz"
Duyduğum sesle gözlerimi açtım. Sesin geldiği yöne baktığım vakit saniyeler içerisinde görünen sarışın minyon tipli bir çocuk belirdi.
"Woo, çizdiğin resimden kafanı kaldır da müşterimiz ile ilgilen." Diyerek arkadan birisini dürttü. Dürtme ile başka bir sarışın homurdandı ve masayı kaldırıp altından geçti.
İsminin Woo olduğunu öğrendiğim çocuk beni bir köşeye yönlendirip istediğim kahveyi sorduğu vakit sade kahve istedim. Tuhaf tuhaf bakıp siparişi aldıktan sonra gözden kayboldu.
Fazla kahve tüketen biri değildim. Üstelik farklı bir ülkedeysen sade kahve dışında bir şeye güvenemezdin. Bunu, yurtdışı gezisinde acı bir anla öğrenmiştim.
Sırtımdaki çantadan gerekli notlarımı çıkarıp sipariş gelene kadar çalışmaya karar verdim. Biraz kafamı dağıttıktan sonra neler yapacağımı düşünebilirdim.
Aklımdan birçok kez her şeye Japonya'da, tanıdık olduğum ortamda devam etme fikri canlandı. Her düşündüğüm vakit o kadar cazip geliyordu ki şimdiden işleri yüzünden bana vakit ayıramayan ailemi bile özler olmuştum.
"Buyrun."
Gelene baktığım vakit Woo'yu gördüm. Sarı saçları arasından kahve yerine notlarıma bakıyordu. Ve sıkıntılı olan durum, elinde bir şey olmasına rağmen duyarsız olmasıydı.
Rahatsız olmaya başladığım an korktuğum şey olmasın diye uyarmak için tam ağzımı açmıştım ki porselenlerin birbirine çarpma sesiyle kaskatı kesildim.
Yavaşça döndüğüm masada hızla beyaz, özenilerek not tutulan kağıtlara kahverengi sıvı dağılırken art arda sıralanan özür cümlelerini kulağım duymuyordu bile.
Telaşla masadan geri çekilip kalkarken masadan üstüme damlayan ve üstümü batıran lekeyi umursamıyordum bile. Notlarım batmıştı önemli olan buydu.
"Sen... Ne YAPTIN. TANRIM..." Garsona döndüm. "NOTLARIM"
Garson koşarak yanımdan uzaklaşırken ıslanma ile birbirine giren notlarıma göz gezdirdim. Aralarından birini kuru ucundan tutup havada tuttuğum vakit notum lekesiyle, hızla yere damlayan kahve ile artık 'notum' değildi. Ağlamaklı bir sesle hızla notları ayırmaya çalıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Witness § Seongsang
Short StorySeul'e geldiğim ilk gün, tek hayalim dünyanın en iyi tıp fakültesini birincilikle bitirip cerrah olabilmekti. Ama oda arkadaşımı kapıda bornozlu karşımda dikiliyor olarak görünce her şeyin pek de iyiye gitmeyeceğini düşündüm