chapter ❊ twenty-one

438 23 10
                                    

Devi'den

İnsanların karşısında ağlamaktan daha da nefret ettiğim bir şey varsa o da Calum'un karşısında yeniden duygularımı korkmadan yaşayacağım düşüncesiydi. Ona karşı gardımı koruyamamak beni güçsüz ve en önemlisi sıradan hissettiriyordu. Aslında ağlamak bir insanı böylesine baskı altında hissettirmemeliydi. Herkes özgürce ağlayabilmeydi, yine de Calum'un karşısında nasıl rahat olacağımı da içimi nasıl dökeceğimi de bilmiyordum.
Kapıya doğru ilerledim. Avuç içlerim delicesine terliyordu. Hadi ama, seni böyle görürse senin hakkında ne düşünür diye düşündüm içten içe. Ellerimi kurutmak istercesine salladım. Aynaya bile bakamamıştım, belki de berbat görünüyordum. O kadar çok gözyaşı dökmüştüm ki, yüzümde kurumuş olan tuzlu sudan ötürü yüzüm kaşınıyordu.
Anne ve babam yarım saat kadar önce iş yemeği için evden çıkmışlardı, ama ya Calum evdeyken eve gelselerdi? Acaba Calum'u kovsam daha mı iyi olurdu?
Ben bunları düşünürken kapı ikinci kez çaldı. Calum'un kapı önündeki sesi boğuk bir şekilde kapıyı deldi, "Kapıyı açmak zorunda olduğunu söylememe gerek yoktur umarım."
Kapı kulpunu sıkıca kavradım ve derincesine bir nefes aldım. Kapıyı açtığımda Calum'un gözleri benimkileri buldu. Açacağımı düşünmüyordu. Haklıydı da, normalde açmazdım.
Ne zaman zayıf hissetsem, berbat halde olsam bu kapının dibinde onu buluyordum. Ve zayıf anlarımda birilerine ihtiyaç duyuyordum, bunu biliyordu. Ona gitmesini söyleyemiyordum. Kapıyı bu yüzden açmıştım.
Calum'un yüzüne baktım, sonra üstündeki beyaz tişörte ve üstüne rasgele takılmış uzun kolyelere...gerçekten mükemmel görünüyordu. Peki ya ben, tanrım, ben nasıl görünüyordum acaba? Berbat halde olduğuma kalıbımı basardım.
Calum sağımdan sıyrılarak içeri geçti. Bu bana geçen günü hatırlattı. Yine kavga etmek amacıyla gelmiş, yanımdan böylece geçip evime girmişti. Bir günümüz bir günümüzü tutmuyordu. Bunun suçlusu kesinlikle bendim.

"Sorunun ne olduğunu sesli dinlemek istedim." dedi ve kendini salonun ortasında, televizyon ünitesinin karşısındaki kahverengi koltuğa bıraktı. Usulca, aramızda birkaç kişilik yer bırakarak, yanına oturdum.
"Seni bu hale ne getirdi bilmek istiyorum, Devi. Seni hiç bu kadar yıkılmış görmemiştim." İçimden geçirdim, 'beni hiç böyle görmene izin vermedim de ondan' .
"Beni bu hale getiren şey..." düşünüyormuş gibi duraksadım. "hangi birini anlatacağım?" dedim.
Yüzüne bile bakamıyordum. Bu ne saçma işti böyle? Ona sorunumu anlatacaksam nasıl yüzüne bakmazdım?
Sanki aklımı okur gibi eli ile çeneme uzanıp yüzümü kendine çevirdi. "Bu halde olmayı hak etmiyorsun."
"Seni de hak etmiyorum."
"Saçmalamayı kes." dedi kaşlarını çatarak. "Ne kadar aptalsın. İnsanların kendi iradeleri olmadığını mı sanıyorsun?" Vücudunu bana doğru çevirdi. Ben ise hala düz oturuyordum, bakışlarımı televizyon ünitesine kitlemiştim. Göz ucuyla ara sıra ne yaptığını kontrol ediyordum.
"Kendi iradem ile senin hayatındayım. Kendi iradem ile sana yardımcı olmaya çalışıyorum, bu benim kendi tercihim. Hak edip etmediğine de ben, kendi şahsi iradem ile, karar veririm. Duydun mu beni?" tekrar çenemi tutup kendine çevirdi. Elini ittirdim. "Ben bundan bahsetmiyorum."
"Neyden bahsediyorsun o zaman? Açık konuşmalısın, anlayamıyorum çünkü."
Vücudumu en nihayetinde ona çevirdim. Evet, hala mükemmel görünüyordu. Ben berbat görünüyordum, o ise mükemmel görünüyordu. Sinir bozucuydu.
"Eğer bunca insan, benim ne hissedeceğimi umursamadan hayatından beni çıkarıp mutlu mesut hayatına devam edebiliyorsa..." dedim ve önüme gelen kısa saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "...benim ne işlevim var? Yani ben neden buradayım, ben burada ne yapıyorum? Her zaman birilerinin hayatına değebilmeyi istedim. İzimi bırakmak istedim. Ama hiçbir değerim yok. Bunu hissetmekten nefret ediyorum işte." kendimi tutamadım. Gözyaşlarım akıyor gidiyordu. Kendime inanamıyordum, nasıl bu kadar güçsüz olabilirdim? Eğer yaşadığım durumu izleyen, okuyan birileri olsaydı eminim kendimi paraladığım bu duruma içtenlikle gülerlerdi. Dünyada onca sorun varken, beni kıran şeye de bir bakın hele. Tanrım, oturduğum yerde düşünmeye devam ettikçe hıçkırıklar boğazıma diziliyordu. Acilen düşünmeyi kesmem gerekiyordu. Ne yapmalıydım?
"Benim hayatıma değdin." Ne?
"Ne?"
"Benimkine değdin. Beni birçok kez kurtardın." kafasını sanki bunu yaptığına veyahut söylediğine inanamıyormuşçasına iki yana salladı.
"Saçmalama, Calum. Ne kurtarmasından bahsediyorsun?" Tanrım, sesim berbat çıkıyordu.
"Ne zaman ellerim titreyecek kadar sinirli ve üzgün olsam, çareyi sana yazmakta buluyordum. Bu çok uzun zamandır böyleydi. Ve sen de beni asla bekletmedin, beni asla uzun süre yanıtsız bırakmadın. Seninle konuştuğum an, sanki problemlerimin hiçbir önemi yokmuş gibi hissediyordum." dedi ve bakışlarını başka bir yere çevirdi. Sanki söylediklerini duymamı istemiyordu. Keşke onu durdurup, kendini bu kadar zorlamamasını söyleyebilseydim. Calum için içini dökmek, sıradan bir durum değildi. Calum içini dökmekte oldum olası hep sorun yaşamıştı. Şu an yaptıkları, eminim onun sınırlarını fazlasıyla zorluyordu. Ama durduramadım, çünkü duymayı isteyecek kadar bencildim. Sanırım, yerimde kim olsa bu bencilliği yapardı. Bunları duymaya ihtiyacım vardı. İşe yaradığımı duymaya...
"Seninle havadan sudan konuşmak ve gereksizce atışmak beni sanki problemsiz bir hayat, normal bir hayat yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu. Halbuki..." duraksadı. Parmaklarını çıtlattı. Ne zaman gergin olsa, parmaklarını çıtlatırdı. Tanrım, onu germekten nefret ediyordum. "Berbat gidiyor her şey." dedi ve ellerini saçlarına daldırdı. "Calum." diye durdurdum onu. Bana her şeyi anlatmamalıydı. Onu bu kadar zorlayamazdım. Bazı şeyler ona özel olmalıydı. "Anladım. Daha fazlasını anlatmak için kendini zorlama lütfen. Anladım ne demeye çalıştığını." dedim ve gülümsedim. Sahte bir gülümseme değildi bu, ona gerçekten minnettardım. "Bak işte." dedi. "Seni bu yüzden bırakamıyorum."
"Ne yüzden? Anlamadım."
"Zorlandığımı anlıyor ve beni sınırlarımı aşmaya zorlamıyorsun. Anlayışlısın, kimse bunu yapmaz."
"Hadi ama, abartıyorsun sen de." dedim omzuna uzanıp onu ittirerek. Güldü.
O kadar güzel gülmüştü ki, kendimi tutamayıp mesafeyi kapadım. Kollarımı boynuna doladım.
Bir an ne olduğunu kavrayamayan Calum, hareketsizce kollarım arasında kaldı. Hazmettiğinde o da kollarını belime sardı.
Tanrım, ne yaptığıma inanamıyordum. Ben Calum'a sarılıyordum. Ve Calum...o da bana sarılıyordu.
Dünya'nın durmasını nasıl da çok diliyordum içimden. Dünya dursaydı, ve biz böyle kalsaydık. Nasıl olur da bir insanın kolları arasında, kokusundan bıkmadan, yıllarca ve hatta belki bir ömür boyu kalmayı dileyebilirdi insan? Ne enteresan bir istekti bu. Belki birkaç saniyedir bu pozisyondaydık, ama bana bir asır gibi gelmişti. Kokusunu içime çekmeye, saçlarının yumuşaklığını yanağımda hissetmeye, dövmelerine yakından bakmaya ve omzuna yüzümü gömmeye fırsatım olmuştu. Ve bu his, bu tatmin edici his bana sonsuza dek yeterdi hatta artardı bile. Sağ elim sırtında geziniyordu, sanki gözleri görmeyen ve her detayı ezberlemek isteyen biri gibi dokunuyordum sırtına. Hissiyatı dahi yetmiş hatta artmıştı bile. Çok şanslıyım diye geçirdim içimden. Birini sevebildiğim için. Ve o kişiye sarılma fırsatı elime geçtiği için.
Ondan ayrıldığımda sol omzumda bir ıslaklık hissettim. Ne olduğuna bakmak için kafamı omzuma doğru çevirdiğimde Calum alelacele yanımdan kalkıp kapıya yönelmişti bile.

"Lütfen bir süre benimle iletişime geçme." Kapıyı çarptı ve beni şaşkınlıkla ne olduğuna anlam veremez bir biçimde, koltuğun üstüne düşürdüğü fotoğrafla oracıkta bırakıp gitti.
Üstünde Calum, Ashton, Luke ve Michael'ın olduğu, fotoğraf kabininde çekilmiş dörtlü fotoğraflardan biriydi bu.
Calum'un üstünde parmağımı gezdirdim.
Sol omzumda bırakıp gittiği o gözyaşı ıslaklığı, elimde düşürdüğü fotoğraf ile salonun camından gördüğüm, giden arabasının arkasından bakakaldım.

linger ➳cthHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin