chapter three

642 82 228
                                    

uyandığımda bilmediğim, siyahlara boğulmuş bir odanın içindeydim, başım patlayacak gibi ağrıyor ve kollarım sızlıyordu. sağ kolumu kendime doğru yaklaştırmaya çalıştığımda ağrıyan kaslarım yüzünden ağzımdan kısık sesli bir inleme çıktı. neler olduğunu kavramaya, neden burada olduğumu anlamaya çalışıyordum.

zihnimi yokladıkça dün gecenin ürkütücü anıları bir bir zihnime dolarken taeyong'un soğuk sesi ve yüzü birden gözümün önünde belirmişti.
'beni buraya tae getirdi', diye düşündüm.

bilemiyorum, bu gerçeğin beni rahatlatması, güvende hissettirmesi gerekirdi ancak tek hissettiğim giderek artan bir panik duygusuydu. bileklerim yatak başlığına bağlı olduğu için kıpırdayamıyor ve hareketlerimin kısıtlandığı her an içimde büyüyen öfkeyi hissediyordum. kıpırdamaya çalıştıkça bileğime daha sıkı oturan kelepçe yüzünden çığlık attım.
"taeyong!"

evde tek bir ses bile duyulmuyor, kimse yardımıma gelmiyordu. yatağı tekmelemeye başlarken ne yapacağımı bilemez haldeydim.
"taeyong buraya gel ve şu kahrolası kelepçeleri aç!"

sevdiğim adamın bana bunu neden yaptığına bir türlü anlam veremiyordum, hatırladığım kadarıyla dün geceki tavırları garipti. yatak başlığına ellerimle sert darbeler atarken hırsla bağırdım,
"taeyong!"

uzaklardan, aşağı kattan, bir kapı açılma sesi duyuldu ve giderek yaklaşan adım sesleri benim kaldığım odanın önünde durduğunda gözlerime öfkeli bakışlar yerleştirdim. taeyong benimle olmak istiyorsa bu yaptığının hesabını verecekti.
kapı kolu tek hamlede sertçe indirildi ve içeriye tae girdi. yüzü tıpkı eskisi gibi görünüyor olmasına rağmen onu görür görmez değiştiğini anlamıştım. o artık benim tanıdığım taeyong değildi. gözlerinde farklı bakışlar taşıyordu. odaya girip etrafa bakınmış ardından sanki orada değilmişim gibi bana hiç bakmadan yanımdaki koltuğa doğru yürümüştü.

geniş omuzları engel olduğu için ne yaptığını göremesem de, arkasını dönüp karton bir poşedin içini karıştırdığını duyabiliyordum. olduğum yerde kıpırdanıp sordum, "ne yapıyorsun, neden bana cevap vermiyorsun?"

"çünkü boş yere çırpınıyorsun. bileklerini çözmeyeceğim."

gözlerim dolmaya başlarken titreyen sesime engel olamayarak sordum,
"n-neden?"

"sen benim sevgilimsin de ondan."

"öyle mi düşünüyorsun, bu yaptığın beni cidden rahatsız ediyor, ürkütüyor ve sinirlendiriyor. hemen bileklerimi çözüp mantıklı bir açıklama yapmazsan ortada sevgilin diye birisi kalmayacak."

cevap vermek yerine önündeki poşetten bir şeyler çıkartıp yanıma doğru yaklaşmaya başladı. tek elini arkasında tutuyor, elinde her ne gizliyorsa bana göstermiyordu.

üzerime eğilip kollarımı sıkıca kavradığında beni bırakacağını sanmıştım, sakladığı şeyin bir şırınga olduğu ve içindeki sıvı damarlarımda gezinmeye başlar başlamaz felç olmuşcasına hareketsiz kalacağımı değil.

hareket etmeye çalışıyor ancak bedenimde kolumu kıpırdatacak gücü dahi bulamıyordum. bir süre çırpındıktan sonra gözlerimi yavaşça kapatıp gözyaşlarımın sessizce akıp gitmesine müsaade ettim.
onun hasta ruhlu bir sapık olduğunu nereden bilebilirdim ki?
bana bunları yapmaya kalkışacağı aklımın ucundan bile geçmemişti, üstelik henüz amacının ne olduğunu bile anlayamamıştım.

bana ne yaparsa yapsın itiraz edemeyecek kadar aciz durumdaydım

taeyong ellerimi çözdü, şarkılar söyleyerek saçlarımı kesti, yüzüme özenli bir makyaj yaptı ve üzerime asla giymek istemeyeceğim türden kıyafetler giydirdi. işini bitirdiğinde de başımı sıkı göğsüne yaslayıp gözlerini kapattı. öyle huzurlu, öyle gerçek görünüyordu ki ona böyle bir insan olmadığını, kendisine gelmesi gerektiğini haykırmak istiyordum. hiçbirisini yapamadım.
orada, göğsünde, yardıma muhtaç bir şekilde uzanıp benimle konuşmaya çalışmasını dinledim.

"seni neden buraya getirdiğimi merak ediyor musun?"

yalnızca sessizce ağlıyor, hesap soramıyordum, zaten buna gerek kalmamış, her şeyi gönüllü şekilde anlatmaya başlamıştı.
"seni buraya getirdim çünkü benimle olmanı istiyorum. başlarda yalnızca seni istiyordum ama dan olmazsa hayatta kalamam. anlıyor musun?"

anlamıyor ve çok korkuyordum. dudaklarımdan sesli bir hıçkırık kaçtığında gözlerimi kaçırmış ve taeyong'un ürkütücü yüzünü görmekten kaçınmaya çalışmıştım. çenemi kavrayıp yüzümü kendisine doğru çevirmesi beni şaşırtmamıştı, asıl şaşırdığım şey, sonrasında dudaklarından dökülecek olan şaçmalıklardı.
"şimdi seni uyarıyorum doyoung, biraz olsun aklını kullanabiliyorsan kulaklarını açıp iyi dinlersin. minnesota'da yaşayan dul annenin her çarşamba saunaya gittiğinden ve aptal kardeşinin resim kulübünden bir oğlanla mutfağınızda işi pişirdiğinden haberim var. oraya gidip küçük ve kanlı bir yolculuk yapmamı istiyor musun?"

titriyordum, bütün bedenim uyuşmuş olsa da adeta sarsılarak ağlıyordum. tae yanağımdaki gözyaşlarını silerken kalın sesiyle mırıldanmıştı, "sshh, istemiyorsan yolculuk filan olmaz. karşılığında bana borçlanacaksın elbette."

onu tanıyamıyordum, parmağını dudaklarımda gezdirip gözyaşlarım yüzünden ıslanan tenini yalamış ardından yüzüme eğilerek söylemişti, "kurallar basit: senden tek bir şey istiyorum, artık doyoung değil de dan olmanı. onun gibi giyinmeni, onun gibi görünmeni ve onun gibi kokmanı. senden eski sevgilim olmanı istiyorum doyoung. ne dersin, üstesinden gelebilecek misin?"

kafayı yemişti, benden başkası gibi davranmamı istiyor ve bunu sonsuza dek sürdürmemi umut ediyordu. gözlerimi izleyerek ellerindeki eklemleri gürültülü şekilde çıtlatmış, sırtını yatak başlığına yaslamıştı.
"pek seçim şansın var sayılmaz gerçi, çünkü hayır dersen ailenle beraber seni de cehenneme gönderirim. cevabını çoktan bildiğimize göre artık hızlandırılmış kursumuza geçebiliriz. öncelikle, bir daha asla ama asla benimle sevişirken önceden yaptığın gibi istekli davranma. böyle yaparsan benim masum dan'im değil de basit bir sürtük olduğunu anımsarım.
ve inan bana, bunu anımsarsam çok öfkelenirim doyoung. sonuçları senin için hiç de iyi olmayacak kadar çok öfkelenirim."

onunla bir kere daha birlikte olacağımı düşünüyorsa çok yanılıyordu.

yataktan çıkıp koltuğun yanına bıraktığı poşedin yanına yürümüş ve içinden sigara paketiyle çakmağını alıp yeniden yatağa oturmuştu. kızıl saçlarını eliyle dağıtıp sigarasını yaktı, içine derin bir nefes çekti ardından bana dönüp açıklama yapmaya devam etti.
"sonra, sana artık dan diye sesleneceğim, bununla bir sorunun olmadığına emin ol. pazar geceleri benimle beraber film izle, sevimli renklerden, masal kahramanlarından hoşlanmaya başla. şu andan itibaren en sevdiğin sanatçı elvis presley, en büyük hayalin benimle maldivlere gitmek, ıssız bir adaya düşsen yanına alacağın ilk şey sevimli peluşun olurdu.
silahlardan korkuyorsun, daha önce onlara elini bile sürmedin."

ne saçmalıyordu böyle?
kasabada, yalnız başına hayatta kalmaya çalışan bir annenin yanında büyümüştüm ve bırakın ufak bir tabancayı, pompalı tüfeği kullanmasını dahi biliyordum.
ıssız adaya düşsem yanıma alacağım ilk şey kibrit, su arıtıcısı veya çadır olurdu ayrıca tanrı aşkına! elvis presley'den günahım kadar bile hoşlanmıyorum.

tüm bu saçmalıklar yetmemiş olacak ki taeyong yeniden konuşmaya başlamıştı, "artık bir ailen yok. kardeşin hiç olmadı. anneni beş yaşındayken kaybettin baban da seni teyzene bırakıp gitti. o kadar zayıfsın ki her zaman seni koruyup kollayacak birinin hayalini kurdun ve işte buradayım bebeğim. seni asla bırakmayacağım."

gözlerimi kapatabildiğimi fark ettiğimde bunu yapmak için bir saniye bile kaybetmiyorum. kaslarımın giderek açıldığını, hareket etmeye müsait hale geldiğini hissediyorum ancak kalkıp kaçmaya çalışmıyorum bile.
yalnızca kusuyorum.
bana söylediği zırvalıkların iğrençliği yüzünden oracıkta, yatağa içim yırtılırcasına kusuyorum.

taeyong'un sırtımı sıvazlayan sert elleri bir an bile nefes almama, ondan kurtulmama izin vermiyor ve 'işte böyle' diyorum.

'görünüşe bakılırsa bundan sonraki hayatın tıpkı böyle olacak.'

******

my body is a cage - dotaeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin