İki hafta oluyor biz konuşmaya başlayalı, son konuşmamızdan sonra arayı hiç açmıyoruz bir daha, hatta günde birkaç kez konuşuyoruz. Her yaşadığımızdan, her güldüğümüzden, her ağladığımızdan haberimiz oluyor ve ağlamak için bir omuz aradığımız vakitlerde özellikle, mutlaka birbirimize koşuyoruz. Her ne kadar birbirimizin omuzlarına yaslanamasak, birbirimize sarılamasak da bir nefes ötemizde hissettiğimiz nefesler teselli etmeye yetiyor bizi ve o sıradan bir yabancı olmaktan çıkıyor.
O artık kötü gün yabancısı olmuyor çünkü ben onu iyi günlerimde de, hayatımın her saniyesinde arzuluyorum.
İki hafta benden çok şey aldığı gibi çok şey de katıyor. Mesela, içime ağır gelen birçok şeyi attığımdan oldukça hafifliyorum fakat bir yandan da hayalini bile kuramadığım tüm duyguların kalbime binişini izlemek resmen ayağıma bir taş bağlayıp okyanusun derinliklerine gönderiyor beni.
Daha kendi nefretimle bile başa çıkamayan ben, ileri giderek daha yüzünü bile bilmediğim birine aşık oluyorum.
Sonra yüzüme bir tokat misali çarpan gerçeklerle sendeliyor, düşüyorum.
Sevdiğim gün ışığı, bir başkasının karanlığını aydınlatmak adına yanıp tutuşuyor.
Son zamanlardaki kendime işkence etme yöntemim işte tam da bu, kötü gün yabancımın aslında bir başkasının en yakını olabileceği düşüncesi, onu benden alabileceği düşüncesi içimde öyle büyük bir kıskançlığın belirmesine sebep oluyor ki hissettiğim bu duyguların büyüklüğü yüzünden kendim de korkuya kapılmadan edemiyorum. Zaten hiçbir zaman bir arası olmayan biri olduğumdan, çok sevdiğimden, çok nefret ettiğimden, çok kıskandığımdan, hissettiğim her şey ağır geliyor bana.
Hissettiğim hiçbir şeyi kaldıramayacak kadar güçsüz oluşum da göz önünde bulundurulduğunda, kalkıştığım bu şeyin saçmalığı daha da açık seçik bir şekilde gözlerimin önüne seriliyor.
Uzun lafın kısası, boyumdan büyük işlere kalkışıyorum.
"Sonra ben de o salağa dedim ki kusura bakma kardeş aynı ucuz mal gibi karaktersiz insanlar da alerji yapıyor bende, o yüzden sağdan sağdan bir siktir git, gözüm görmesin bir daha. İnanabiliyor musun, Mark, resmen erkeklerden hoşlanıyorum diye her erkekten hoşlandığımı zannetmiş gerizekalı. Kızlar bile her erkekten hoşlanamıyor be! Hey, Mark, dinliyor musun beni?"
Hoparlöre aldığım telefonumdan duyduğum ismim derinlerine battığım birçok düşünceden sıyrılmamı sağlıyor, kendime getiriyor.
Gerçi kendimi bile bilmiyorum, kendime nasıl gelebileceğim ise meçhul.
"Dinliyorum, Haechan. Dünya gerizekalı insanlarla dolu işte."
"Ben artık dayanamıyorum ama. Aldığım her nefesin haram oluşuna katlanamıyorum artık, biliyor musun? Sürekli arada bir yeşeren küçük umutlarımın istenmeyen bir ot misali dibinden koparılmasını izlemek ruhumda öyle derin yaralar bırakıyor ki devam edemiyorum artık hissetmeye. Senden başka kimsem yok, Mark, ve işe bak ki sen de uzaktasın."
"Uzakta olduğumu nereden biliyorsun, belki aynı şehirdeyiz?"
"Ben Jeju'dayım ve tanrı aşkına, buraya tatil yapmak için üç günlüğüne gelen Korelilerin bile aksanı bozuluyor, sense çok düzgün konuşuyorsun."
"Uzakmışız gerçekten, ben Seul'deyim. Ama sen de pek Jejulu gibi konuşmuyorsun."
"Her gün bunun içim ne kadar pratik yapıyorum biliyor musun sen! Ah, Seul, canım Seul, oraya bir taşınabilsem..."
"Belki gelirsin? Belki mesafeler bizim için bir engel olmaktan çıkar artık. Kötü gün yabancısı Haechan olmazsın, sadece her kim isen o olursun."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Metanoia
Short Story"Nefretimin içinde boğulan ruhumu dışarıdan izliyorum." [marklee+leedonghyuck]