9|tatlı gün ışığı

313 47 70
                                    

Ertesi günün de diğerlerinden çok bir farkı olmasa da bu sefer lanet okuyarak kalkmıyorum yataktan, aksine, yüzümü küçük de olsa orada olduğu belli olan bile gülümseme süslüyor ve bunun tek nedeni, herkesin de tahmin edebileceği gibi, bu akşam rüyalarımı bile süsleyen güzel sesin sahibini görecek olduğumdur. Hızlı nefeslerim içimdeki heyecanı bir türlü yatıştıramadığından saatlerce koşmuşum gibi hızlı atıyor kalbim, saatlerce koşmuşum gibi büyük bir yorgunluğa sürükleniyor bedenim, saatler geçtikçe içimin durgunluğu kendini heyecana ve gerginliğe bırakıyor.

O gün hiç de öyle güzel bir gün değil, tatlı gün ışığı da olmasa.

Haechan'ın kapatmadan önce söylediği son cümle zihnimin boş duvarları arasında yankılanıp duruyor sürekli, içime düşen merak tohumlarını dizginleyebilecek kadar güçlü olmadığım gibi bir de kendime kızıyorum çünkü kısa bir süreliğine de olsa şüphe duyuyorum ona karşı.

Bu hiç de hoş değil.

Haechan'dan nasıl şüphelenebilirim hem, o onca kırığımı, tüm üzüntülerimi biliyorken, tüm ağlayışlarımı duymuşken ve zor zamanımda dört yüz elli dört kilometre öteden bana destek olmuşken?

Haechan'dan şüphelenmem ve en kötü durumda şüphelenmem gereken bir durum ortaya çıkarsa, yine de sorun değil.

Haechan öylesine biri değil.

Aramayı başlatan butona dokunurken kendi içimde kocaman bir savaş veriyor gibiyim, ellerim titriyor ve gerginlikten terleyen saç dillerimden birkaç tel saçım alnıma yapışık... her ne kadar onlarca kez görünümümü düzeltsem de içime dolan "ya beni beğenmezse" korkusu yüzünden aldığım her nefes birer birer haram oluyor ciğerlerime.

Sonra o haftalardır merak ettiğim beden beliriyor gözümün önünde.

Şaşırmadan edemiyorum, daha çok, şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş kadar oluyorum.

Gözlerimin önündeki Haechan'ın görüntüsü hayallerimin de ötesinde bir güzelliğe sahip, hafifçe yanık teni, neredeyse teniyle aynı tenge bürünmüş turuncuya daha yakın bir tonda yapay ışığın altında güneş misali parıldayan saçları, özenle yapılmış kadar düzgün ve küçücük burnu, pespembe ve dolgun dudakları, görüntü çok net olmasa da dipsiz bir kuyu kadar derin olduğundan emin olduğum kahve gözleri...

Haechan, o güzel olmadığını söylerken yalan söylemiş sayılmaz.

Çünkü böyle bir görüntüyü sadece "güzel" olarak anlatabilecek herhangi biri ya onun karşısında sözlerini yitirmiştir, ya da... kalanı yok.

"Merhaba, Mark, hey?"

Kameraya doğru salladığı minik elinden sonra transtan yeni çıkmış gibi silkeleniyorum ilk, bana gülümseyen yüzüne bakıyorum ve dudaklarıma istemsiz bir gülüş oturuyor, dişlerim görünecek kadar gülümsüyorum ve daha önce böyle güzel gülümsediğimi hiç hatırlamıyorum.

"Merhaba, Haechan. Seni görmek çok güzel."

"Madem yüzümüzü bile gösterecek kadar ileriye gittik, o zaman gerçek adımı söyleyim sana Mark. Ben Lee Donghyuck. Seninle tanıştığıma memnun oldum."

"Gerçek adım Mark fakat ben de sana Korece ismimi söyleyim o halde. Ben Lee Minhyung, Donghyuck, tanıştığımıza memnun oldum."

Sanki bilgisayarımın ekranındaki iki boyutlu bir görüntü değilmiş gibi uzattığı eline karşılık olarak elimi uzatıyorum ve biz dört yüz elli dört kilometre öteden, sadece iki bilgisayar ekranı yardımıyla el sıkışıyoruz.

"Güzel olmadığını söylediğinde çok da yanlış sayılmazmışsın Donghyuck."

Gülümseyen yüzündeki düşüşü izlemek canımı acıttığından olsa gerek, beklemeden yüzümdeki minik gülümsemeyle devam ediyorum.

"Yüzünü anlatmak için güzel kelimesi yetersiz kalırdı çünkü."

Gözlerini ekrandan kaçırıp başını eğiyor ve ben parıldayan saçlarının ne kadar yumuşak olduğunu düşünmeye dalıyorum bu sefer.

"Ne... derdin o zaman? Nasıl anlatırdın?"

"Beklenmedik."

"Beklenmedik mı? Nasıl yani?"

"Tatlı gün ışığının güneşin ta kendisi oluşu diyorum, beklenmedik. Ben sadece sesinin sıcacık tonundan dolayı güneş gibi olduğunu düşünmüştüm, güneşin çoktan tenine değdiğini nereden bilebilirdim ki? İşte bu beklenmedikti."

"Utandırıyorsun beni!"

"Utanacak bir şey yok ki, doğrular bunlar."

"Sen de... Mark. Hatır- düşündüğümden çok daha yakışıklısın."

İlk kelimesini yanlış anladığımı düşünüp boş veriyorum. Kulağımdaki sesi, önümdeki çehresi, pespembe dudaklarına yayılmış gülümsemesinde dalıp gidiyorum daha çok. Hayatım boyunca düşüncelerimde boğulacak kadar ve daha kötüsü, bunu fark etmeyecek kadar dalgın olduğumdan, bu benim için hiç de zor olmuyor işte.

"Bugün neler yaptın?"

"Bugün dersten çıktıktan sonra eve gitmek istemediğim için dolanmaya karar vermiştim ve öylece yürürken köşedeki bir hediyelik dükkanında bir şey gördüm. Bir dakika..."

Yatağımın yanındaki sandalyeye uzanıp alıyorum, o da beni merakla izlerken çantanın fermuarını açıp içindeki küçük, sarı renkli kutuyu açığa çıkarıyorum ve gözünün önünde sallıyorum. Gülümsüyor, şaşkın dudaklarına küçük bir gülüşün yayılışı öyle muazzam bir görüntü ki birkaç saniye hareket etmeyi unutup büyüttüğüm gözlerimle öylece kalakalıyorum.

"Kutunun içindekini göstermeyeceğim tabii ki, içindekini Seul'e üniversite için geldiğinde göreceksin. O gün ben karşılayacağım seni."

"Ama ben merak ederim ki..."

"Ne güzel işte, bu aklından çıkmayacağım anlamına gelir."

"Sen zaten aklımdan çıkmıyorsun ki."

Kutuyu çalışma masama koymak için uzandığım sırada kurduğu cümle yüzünden öksürük krizine giriyor, neredeyse ölümle burun buruna geliyorum. Yine de galip olarak ayrıldığımda ise sevdiği biri olmasına rağmen neden hep beni düşündüğünü söylemesi aklımı kurcalıyor bu sefer.

Utandığımdan yanaklarım al al olduğunda bu sefer başımı eğip çantamı geri koymak için tutmadan önce gözüme ilişen pembe bir kağıdı görmemle kaşlarımı çatarak onu oradan çıkarıp önünü arkasını döndürüyorum fakat gözüme ilişen tek şey "Mark'a" yazısının yanına pembe simli kalemle yapılmış birkaç kalpten ibaret.

Bunun bir aşk mektubu olduğunu fark etmemle masanın üstüne fırlatıyorum fakat Haechan da onun ne olduğunu fark etmiş olacak ki az da olsa sinirli görünen yüzüyle konuşuyor.

"O gördüğüm bir aşk mektubu mu?"

"Sanırım."

"Kabul edecek misin?"

"Belki? Aslında gelip yüzüme söyleseydi daha çok şansı olurdu fakat neden olmasın? Bir kızla çıkarsam üzerimdeki baskı az da olsa hafifler belki."

"Yüzüne söylenilmesini mi tercih ederdin?"

Ciddileşen ifadesinin yanında sonradan kurduğum cümleyi tamamiyle göz ardı ediyor olması beni gittikçe daha fazla germeye başlıyor ve konuşmadan önce derin bir nefes alarak yutkunuyorum.

"Yani... cesur insanları severim. Ama böylesi de sorun de-"

"Seni seviyorum, Mark."

MetanoiaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin