-3- İnsanoğlu ve Dünyası

91 5 0
                                    

Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. (Genesis 1/4-5)

Hatırlıyorum...

Adem ile Havva'nın cennetten sürgün edildiği gün düşmüştüm karanlığa ve aradan geçen 5000 yıldır uyuyordum bilinçsizce, cehennemin derinliklerinde. Tüm bunlar bir rüya gibiydi, hissediyorum ama hatırlamıyorum; bir parçam ama kontrol edemiyordum...

Ve insanların karanlık dünyasındayım şimdi, gökkteki deliklerden süzülen cennet kandillerinin aydınlattığı yalnızca. Daha büyük bir kandil daha var, yuvarlak; denizin üzerinde cennetinden kovulmuş aciz bir meleği seyrediyor. Gece demişti babam karanlığın hakimiyetine. Işıktan yoksun nasıl hükmedebilirdi insan kötülüğe? 

Doğruldum, ayaklarımın altındakayan kum tanelerini hissederek. Üşüyordum. Melekler üşümez ki! Vücudum kontrolümün dışında sarsılıyordu, hissetmiyorum parmaklarımı ve yüzümü.  Üzerimi çıkarttım ve o çürümüş kanatlarımı açmaya çalıştım. Sırtımın yarılıp çıkması gerekiyordu halbuki! Tamamen bir insan vücuduna sahip olduğumu farkettim o an, göğsüme baktığımda. Kusursuz ve pürüzsüz vücudum gitmiş, üzerinde çatlakların, yaraların ve pürüzlerin olduğu bir et yığını almıştı yerini. Tamamen mi insanım? Yavaş adımlarla ilerlemeye başladım bilinmeyene. Bir serçe kadar ürkekçe... Ormana daldım hemen yanı başımdaki. Görebildiğim dünyada evime en çok benzeyen yerdi çünkü. Gündüzün hüküm sürdüğü bir dünyada ne kadar da cennet bahçesine benzerdi gördüklerim: Kuş sesleri, ağaçların mırıldandıkları ezgiler, hayvanların birbirlerine yaptıkları dans kurları... Elimi bir çınar ağacına dayadım, gözlerimi kapadım. Yaşlı, kutsal çınar! Terkedilmişlik bir kez daha vurdu kalbimi, ağaçlar bile konuşmuyordu benimle, oysa cennette nasıl da paylaşırdık sevgimizi. O an melek olan hayatımın bittiğini, tanımadığım insanoğlu ile bir insan olarak uçsuz bucaksız evrenin bilinmeyen bir yerinde sıkışıp kaldığımı anladım. Kaderlerimiz bağlanmıştı artık birbirine.  Ormanın derinliklerinde, binlerce yılımı paylaştığım tanıdıklarıla birlikte kendimi cennette gibi hissedebildiğim son dakikalardı. Ardından bir yılan çıktı karşıma, on metre ileride sinsice izliyordu beni vücudunu sakladığı çalılıkların içinden. Onu gördüğümü farkettiği anda yaklaşmaya başladı hafifçe ses çıkararak. Güldüm ve gülerek:

- Madriaks di-es Elijah. Mah-deh-ree-ahtz ! *

Bu ne cüret! Nasıl bir yerdeyim ki hayvanlar emirlere uymuyor, ağaçlar bizimle konuşmuyor. Saf kötülüğün hüküm sürdüğü burada nasıl yaşayabilir Tanrı'nın çocukları? Onlar insanoğluna hizmet için yaratılmadılar mı? İnsanoğluna onlara hükmetme gücü verilmedi mi? Tekrar kafamı kaldırdım, tek elimi ileriye uzattım, gözlerimi kapadım: "Geçemezsin! Şeytanın oğlu, kötülüğün hizmetkarı!" Gücü hissettim yanıbaşımda duran, zifiri karanlıkta o ışığı. Peki artık melek değilsem nasıl olmuştu da iki katımdaki dev cüsseli hayvan önümde uzanıyordu tamamen yanmış bir halde? Kafam karışmıştı fakat bunu düşünecek ne halim ne de zamanım vardı. Burada işler benim usumun sınırlarının dışında yürüyordu. 

Arka tarafımdan bana doğru yaklaştığını hissettiğim sesler duymaya başladım. Hafifçe kafamı yana yatırdım, gözlerimden ziyade kulağımın işlevi daha büyüktü o an. Dört nala gelen at sesiydi bu. Hayır 8 at! Ve o an, ilk defa insanoğlunun sesini duyduğum o an "Bu taraftan". Beni mi arıyorlardı yoksa burası onların yaşadığı yer miydi? "Işık bu taraftan geldi sizi salaklar, hızlanın!" Işık mı? Beni arıyorlar!

Bilinçsiz, düşüncesiz ve biraz da heyecanla duruyordum kımıldamadan ormanın orta yerinde. Göz göze geldik. At görünümünde bir canavarın üstünde çelikten bir insan(!) Lucifer'in askerleriydi bunlar. Düşmüş melek olmalıydılar.

Kılıcımı çektim kınından yavaşça. Şahsi silahlarımız sadece Tanrı düşmanlarına karşı kullanılabilirdi, o yüzden ikinci defa elimle kavradım onu binlerce yıllık hayatımda. Kartal tutuşunda havaya kaldırdım, ve çevremi sarmalarını bekledim. Tanrım bu manzara daha kaç kere başıma gelecekti. Vazifemin verdiği bir kararlılıkta bekliyordum ilk gelecek hamleyi. Bir tanesi hafifçe atını doğrulttu ve elini kaldırdı! Kafasına götürdü ve kaskını çıkardı. İnsanmış! 

-Kimsin, kendini tanıt!

-Ben babamın oğlu, Elijah!

-Dilimizi biliyorsun, kimlerdensin, kimin adına buradasın?

-Neden şeytanın kıyafetlerini giyiyorsunuz?

Etrafındakilere baktı, bir göz hareketi yaptı. Etrafımdaki insanlar mızraklarını bana doğrulttular, mızrakları yüzümden bir karış ötedeydi, hissedebiliyordum titreşimlerini. 

-Son kez söylüyorum, kimsin?

-Son kez söylüyorum, Ben Elijah, babamın oğlu, yaratılanların ilki. Büyük savaş sonrası cehenneme gönderildim ve beşbin  yıllık sürgün ve sefaletten sonra dünyanıza sürüldüm. Sizin anlayacağınız şekilde düşmüş bir meleğim!

Soruyu soran derin bir kahkaha attı, öyle ki dizlerine vuruyor diğerlerini de teşvik eiyordu. Mızraklar kalktı ve herkes gülmekten kendinden geçer halde ilginç hareketler yapıyorlardı. 

-Bir şey mi kaçırdım?

-Çok şey kaçırdığın kesin, en başta da aklını! Geç oldu, buralar tehlikelidir. Yarın tekrar gelir bakarız ışığın nereden geldiğine. Bu gece bu kadar eğlence yeter. Alın şu salağı da , ölecek buralarda. Surların içine bırakırsanız.

Anlamladıramadığım bir çok şeyle beraber yol alıyordum, bolca çalkantılı yolda. "Güldükleri şey neydi?  Michael'ın dediği gibi gerçekten terk mi edilmişlerdi yoksa?"

* Enochian: Ben Elijah, sana gitmeni emrediyorum!

Bir Melek Bir KehanetHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin