Yaptıkları onca sohbet arasından özellikle biri aklında kaldı, yalnızca açıklayıcı olduğu için değil, bilakis, tüm o süre boyunca tek bir kez ona şahsen yöneltilmiş olduğu için. Hofrat Silberstein o öğleden sonra kütüphaneye gitmesini ve tarihi eserlerden bazı özetler çıkartmasını rica etmişti. Saat altıda döndüğünde ilk defa ona son derece kaba davrandı. "Zamanımı boşa harcayamam. X dosyasını nereye kaldırdınız? Yarım saattir arıyorum." Clarissa eliyle dosyanın yerini işaret etti. "Bunu nasıl bulmamı bekliyorsunuz?" diyerek onu azarladı. Bu dosyayı L harfi altında aramazmış. "İsim fihristini her bir harfe alfabedeki bir rakam karşılık gelecek şekilde oluşturdum. Şurada yanında kitap da duruyor." Silberstein kitabı bir yana attı. "Ben her seferinde burayı karıştırıp duracağım, öyle mi? Bu yaptığınız düpedüz saçmalık –siz nasıl böyle..."
Birdenbire konuşmasını kesti, Clarissa'ya baktı ve gülmeye başladı. "Kabalığımı affedin. Elbette siz haklısınız, haksız değilsiniz. Ben yalnızca öfkelenmiştim. Kontes X son dakikada randevusunu iptal etti, ondan sonraki hasta zamanında gelmedi. Tüm öğleden sonram ziyan oldu." Ve sinirini arşiv dolabını yumruklayarak çıkartmıştı. Kendisini bir sinir patlamasında yakalamış olmaktan memnun olarak nihayet Clarissa'ya şöyle bir açıklama yaptı: "Şimdi bir sinir doktorunu kısaca tanıyın bakalım –zamanını çalan iki hastası olduğu için sinirleri boşalıyor. Yanında deli olmadığı zaman kendisi deliriyor." Clarissa buna karşı çıkması gerektiğini düşündü: "Şaşırmamak gerekir, fazla çalışıyor, yok, yeterince çalışmıyor, fihristimin sırrını bile çözememiş." Ama Silberstein konuşmaya devam ediyordu: "Zamanı boşa harcamamış olmak için sizin de teşhis koymayı öğrenip öğrenmediğinizi birazcık denetleyebiliriz. Söylesenize vicdanım, her şeyden önce ağır nevroza eğilimli olduğumu fark ettiniz mi...?"
Clarissa sabretti, her ne kadar dışarıdan bakınca onun gerçekten hasta olduğunu düşünse de. "Tam tersi. Ben aslında nasıl hastalanmadığınıza şaşırıyorum. Bu kadar çok çalışıp yine de sinirlere hâkim olabilmek," dedi.
Dr. Silberstein ona ciddiyetle baktı. "Benim yanımda doğru bir şey öğrenememişsiniz. Ben aslında asabiyetin kendisiyim. Yahudi genlerimden geçme. Daha çocukluğumda neredeyse hastalık derecesinde gelişmişti bu. Sakin oturamaz, sakin duramazdım. Hâlâ öyleyim. Kendi başıma kaldığım an huzursuzlaşıyorum, beni bir şey dışarı itiyor; bu nedenle eşim ne yapacağını bilmiyor ve yazın bir tatil yapmam konusunda ısrar ediyor. Tatil benim için bir tür dehşet sözcüğüdür, önce üniversitenin bitmesi gerekir, hastaların yaz havasına girmesi gerekir. Ben... Benim bütün sırrım huzursuzluğumu fazla çalışarak bastırmaktır. Bunu da çok şeyle uğraşarak başarıyorum. Bir şeylerle meşgul olmam gerekiyor. Yalnızca meşgul olduğum zaman bu huzursuzluk hali geçiyor. O zaman korkmama gerek kalmıyor. Çünkü yalnızlık korkusu zehirden beterdir. Bunun yerine çalışmak daha iyidir. Arkamda huzursuzluğun beni beklediğini hissettiğimde beni yakalayamaması için koşarım; tüm meslektaşlarımın hayranlık duyduğu çalışkanlığımın ardındaki son sır işte budur.
"Ama siz de fark etmişsinizdir; ben tedavi için bundan bir yöntem geliştirdim. İnsanı oyalamak, herkese onu oyalayacak uygun bir şey bulmak ona yardım etmek anlamına geliyor. Beni Freud'dan ayıran da budur. Benden hoşlanmadığını biliyorum ve sanırım benden hoşlanmamakta da haklı. Ben ise onu umutsuzca seviyorum, onun dâhiyane zihinsel gücüne, cesaretine, insani ahlâkına hayranlık duyuyorum ve 'resmi çevrelerde' ondan daha değerli sayıldığım için de utanıyorum. Ama şu konuda haklıyım: Temelden birbirimizden farklıyız. Tüm dünya bizi ayrı yere koyuyor, mekânsal olarak düşünüldüğünde benden yalnızca yedi sokak ötede otursa da. O, nedeni bildiği takdirde takıntısının ne olduğu ve nereden geldiği söylendiğinde o insanın iyileştirilebileceğini düşünüyor. Freud insanları hastalıklarının temeline götürmek istiyor, ben ise onları bu temelden uzaklaştırmak istiyorum. Bana göre insana daha zararsız başka bir takıntı vermek daha iyidir. Ben gerçeğin insana yardım edeceğine inanmıyorum. Tam tersine ona bir tutku vermek gerekiyor, kendi kendini yememesi için dört elle sarılabileceği bir tutku. Görüyorsunuz ya, Bayan Kollermann'ı şükürler olsun ki şan derslerine ikna ettim; şimdi bütün gün ders çalışıyor ve temsilcilere koşup her köşe başında afişlerinin asılacağının hayalini kuruyor. Elbette asla iyi bir şarkıcı olamayacağını biliyorum, ama onu meşgul ederek takıntısından uzaklaştırıyor ve başka şeylere yönlendiriyorum; çünkü amacım yalnızca yardım etmek. Ben iyileşmeye inanmıyorum. Her insanın bir takıntısı vardır ya da en azından takıntılı olmaya müsait genleri vardır ve bunlar herhangi bir yerlerde kendini gösterme dürtüsüyle hareket eder, ama bu dürtüyü kesip atmak mümkün değildir, kendini boşluğa yansıtma arzusu olan bu aptal dürtü ancak başka yönlere kaydırılabilir. Her insanın, düşün insanının da ve hatta özellikle onun beyninde karanlık kalmış, kendi aklının aydınlatamadığı bir bölgesi vardır –Napoleon'un aile takıntısı vardı, Dostoyevski'nin kumar, Balzac ise hem oyun yazarı hem de işadamı olmak konusunda takıntılıydı. Bilgi hiçbir işe yaramaz. Kişisel takıntıları konusunda yardımcı olunabildiği herhangi biriyle daha tanışmadım, kendim de dahil olmak üzere."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Clarissa
General Fiction1902 yılından Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesine kadar geçen dönemde, dünyanın halini genç bir kadının gözünden anlatır. Avusturyalı bir subayın kızı olan Clarissa bir manastır okulunda büyümüş, eğitimini tamamladıktan sonra Viyanalı ünlü bir...