13

120 15 3
                                    

1915-1918

Hayatının sonraki üç yılını kapsayan, 1915'ten 1918'e kadar geçen dönemde Clarissa çocuğuyla ilgili anılarının dışında hemen hemen başka hiçbir şey hatırlamıyordu. Çocuğu 1915 yılında dünyaya gelmiş ve Leonard Leopold Brancoric olarak vaftiz edilmişti. Dünya etrafında dönmeye devam ediyor, savaş tüm tehlikeleriyle sürüyordu. Çok kötüydü. Burada bir yaşamı hayatta tutuyordu; onun sadece tek bir şeyi vardı: çocuğu. Savaşı saymazsak, iyi bir yıl olmuştu, ama çok insan ölmüştü. Babası, evliliklerinin sahte olduğunu anlamasın diye Clarissa kendine ayrı bir ev tutmamış, Brancoric'in tek katlı bahçeli evine taşınmıştı.

Öğleden sonraları yine Hofrat Silberstein'ın yanındaki işine başlamıştı, öğlene kadar evin işleriyle ilgileniyordu, çocuğa ise yaşlı bir bayan hizmetkâr bakıyordu. Bazen babası için endişe ediyordu; babası gittikçe daha çok çalışıyor, daha az konuşuyordu. Savaşta olanlara öfkeliydi. Babasıyla nadiren yaptığı sohbetlerden birinde Clarissa babasının yanlış şeylere hizmet etmekte ne kadar inat ettiğini görmüştü. Almanya'ya karşı içine bir nefret yerleşmişti. Avusturya baştan itibaren Rusya'ya saldırmalıymış; onun fikirlerini önemsememekle yanlış yapmışlardı. Hayatının işiydi bu. Dahil olduğu grup, umutları kırılmış olanlardı. Hofrat Silberstein'ı da hatalı buluyordu. Zamanın olaylarıyla birlikte yaşayan insan kalabalığı vardı etrafında. Clarissa'nın ise çocuğu vardı, bu nedenle onun için özellikle ufak tefek olaylar önemliydi.

Hofrat Silberstein yaşlanmış görünüyordu. Bir daha asla Clarissa'yla çocuk hakkında konuşmamıştı; ona asla şunu sormamıştı: Cinsiyeti ne? Kız mı, oğlan mı? Clarissa bu kadar mutlu olduğu için utanıyordu. Öğlene kadar evde yalnızdı, çocuğu ve Leonard'la ilgili düşünceleriyle. Sokakta matem tutan savaş dullarını gördüğünde titriyordu.

Bir yıl geçmişti. Clarissa'nın kendine ait bir evinin olmadığını unutması garipti. Brancoric sözünü tutmuştu. Mutluluğun bir kısmı bundan kaynaklanmaktaydı. Çürüğe ayrılmasından hemen sonra ortadan kaybolmuş, planlarını hayata geçirmişti; "Sırp, Bulgar", kurşunlarından olabildiğine uzaktaydı ve Clarissa'nın anladığı kadarıyla nakliye işleriyle ilgileniyordu, örneğin erik; her işe el atıyordu. İki tane nişanı vardı –bunları "tavşan gibi yakalamak" mümkündü. Bir oradan, bir buradan gittiği her yerden haberler yollamıştı; yerleşik olmayı sevmiyordu. Clarissa hangi adrese yazabileceğini bilmiyordu; "Böyle zamanlarda ortadan kaybolmak, kendini teşhir etmemek iyidir" diye açıklamıştı bir defasında.

Brancoric planlarını gerçekleştirmişti. Viyana'da kalmak istemiyordu, ortadan kaybolmak istiyordu. Ama öncesinde Clarissa'nın babasıyla tanışmalıydı. Clarissa bu yüzden huzursuzdu, ama neticede engellenebilecek bir şey değildi bu. Brancoric sonrasında Bulgaristan, Türkiye ya da Hollanda'ya gitmek istiyordu. Slav dillerini özellikle tercih ediyordu. Kesinlikle savaşın yakınlarında olmak istemiyordu.

Tekrar ortaya çıkması tam bir yıl sürdü ve kayınpederiyle de gerçekten tanıştı. Clarissa neredeyse korkmuştu. Günlerden bir gün kapı çalmıştı. Genç bir adam duruyordu kapıda, şık, neredeyse modaya uygun giyinmiş, Clarissa neredeyse kim olduğunu soracaktı; onu tanıyamamıştı. Solgun, bir deri bir kemik kalmış bir hayalete, bronz tenli bir adama dönüşmüştü. Çocuksu dudaklarıyla gayet yakışıklıydı. Rahat ve çekinmeden, "Selam, nasılsın? Sana merhaba demeden Viyana'da olmak istemedim" dedi. Gözlerinin içine doğru iyi niyetle gülümsüyordu, Clarissa'nın ise bacakları titriyordu. Yasa ve kanunlara göre onun kocasıydı. "İzin verirsin değil mi? Rahatsız etmiyorum ya?" Clarissa hâlâ inanamıyordu. Aklından "Ne istiyor? Ne talep edecek?" diye geçirdi. Korku kara bir bulut gibi adamın üstüne çökmüştü eskiden. Şimdi samimi ve rahatça anlatıyordu. "Bulgaristan, Türkiye, Almanya ve Hollanda'daydım; Avusturyalı bir asker olarak durumum pek iyi değildi." Ama bir savaş nişanı vardı. "Aman işte, şöyle Bulgar tarzı bir şey. Buna ihtiyacım var, yoksa insanı tembelin teki sanırlar. Onlara Hollanda'dan lastik tekerlekler getirdim." Savaşla birlikte ortaya çıkan nakliyelerle geçinmek mümkün değilmiş, bunlar yalnızca bir işmiş. Samimi bir şekilde konuşmayı sürdürdü. "Aman canım. Biraz şunu biraz bunu yapıyorum. Sabit bir yerim yok, hep trenlerdeyim. Aslında nereye gidersem gideyim, örneğin Smyrna'ya, daha çok sıkılıyorum; yaptığım her neyse uzun süre yapmıyorum. Para derdinde değilim, oyalanıyorum işte. Haberlerde ne dendiği önemli değil, her şey gidiyor." Clarissa iyi göründüğünü söyleyerek onu teselli etti. Evet, masal diyarında yaşıyordu. Bu herkese nasip olmuyormuş. "Orada ne kadar iyi yaşıyorsun?" Brancoric güldü. "Eh, sahte bir isim altında. Bu ismi kendim seçtim. Ama hoş yaşıyor insan orada. Merak etme uzun süre kalmayacağım. Zamanın acımasızlığı seni daha önce ziyaret etmeme izin vermedi. Kapıcıya kendimi sormak da bir garipti doğrusu." Babasıyla karşılaşmaları tuhaftı. Brancoric bariz bir şekilde hasta gibi davranıyordu. Clarissa onun bu konudaki becerisini görünce korktu; Brancoric'in bir ilaç alıp sarılığa yakalandığı süsünü verdiğinden şüphelendi. Babasının ilgisini çektiği için hizmet etmek istediğini açıkladı. Ah bu dur durak bilmezlik! Babasının aldandığını görünce daha çok korktu. Brancoric'in rahatça yalan söylediğini babası fark etmemişti. Clarissa hem Brancoric adına utanıyordu, hem de babası adına. Babası artık normal bir insan değildi ve aklı fikri askeri sorunlardaydı, başka bir şey de düşünemiyordu. Ama Brancoric ortadan kaybolmuştu. İstemediği halde karısını bırakıp gitmek kendini feda etmekmiş. Ama onu Savaş Bakanlığı'na çağırmışlar. Orada sonrasında neler mi olacak –maalesef bu önceden öğrenilemiyormuş. "Siz akıllı bir insansınız." Aman canım, biraz hammaddelerden anlıyormuş işte. Bunları konuştuktan sonra Clarissa'nın babasıyla vedalaştı. Birdenbire yine başka biri olmuştu. Uçan, sanki rüzgârın önüne katıp sürüklediği biri gibiydi. Clarissa ona bakıyordu. Bir yüzük ve kravat iğnesi takmıştı.

ClarissaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin