araf
Bazı şeyleri unutamazsın. kafanın içinde bi yere bir zift gibi yapışır. silmeye, unutmaya çalıştıkça daha da yayılır kafana, her yere bulaşır, yapışkan, kapkara, yakıcı bi anıdır, ağda gibi, zift gibi, katran gibi, beyninin içine durmaksızın sızlar hani.
anlatmaya çalışırsın, değil mi? anlatırsan belki dökülür içinden, belki kurtulursun ondan… anlatmaya çabalarsın. bir dökülse, bir anlatabilsen, sanki, silinip gidecek geçmiş.işte. kuru dudaklarımı dilimle hafifçe ıslattım, derin bi nefes çektim içime. emindim, artık anlatıp kurtulacaktım. söküp atacaktım o lanet tümorü içimden. ağzımı açtım, diyaframım gerildi, ses tellerim titreşti, tam, tam bi kelime söyleyecektim ki…
"…"
yutkundum. hafifçe öksürdüm. tekrar derin bir nefes aldım. olmadı. vazgeçtim.
kelimeler boğazımda düğümleniyordu, sanki, koca bi bezelye takılmış gibi orada bi yerde, olmuyordu işte.oturdum. titrek parmaklarımın arasına aldım kalemi.
kağıda baktım.
kağıt bana baktı.aynı anda içimde koca bi meydan muharebesi yaşıyordum. bütün o düşüncelerim, o hantal anılarım, her biri ayrı bir asker olmuş, sanki, savaşıyorlar; tanklara binmiş hayallerim, duygu tarlalarımı bombalayan yüzlerce düşünce, tüfeklere el bombalarına kuşanmış hislerim ve savaş uçakları içinde anılar… her şey karışmış, her şey, içimdeki bütün o savaş… kafamın içinde felaketler var.
buna rağmen, sakince, o bomboş, sinir bozucu, bembeyaz sayfaya bakmaktaydım. elim gidiyor, kağıdın üstünde umutsuzca çırpınıyordu ama bir kelime dahi çiziktiremiyordum.
aniden, kafamın içindeki o karanlık derinliklerden bi anı pırıltısı çaktı kafamda. tek saniye. bütün hıncımla kalemi kağıda bastırdım, o tek saniyelik anı şimşeğinin muazzam enerjisiyle, yazmaya başladım. kalemin bıraktığı o koyu lekeyle beraber nefesimi tıkayan bütün kelimeler, usulca dökülmeye başlamıştı.
"bir yıl kadar önceydi. tam hatırlayamadığım silik bir anı aslında bu, ama acıtıyor. kaşıyamadığınız basit bir kaşıntı, nasıl da büyür, nasıl da yakmaya başlar ya hani, öyle işte.
anlatmazsam gün gelecek ve içimde kocaman olup beni öldürecek, biliyorum. aslında sadece, hatırlamaktan sürekli kaçtığım ve hatırlayınca da kalbimin üzerinde bir sigara söndürmüş gibi ani ve yakıcı bir his veren lanet olası bir yaşanmışlığın izleri bu.
her neyse.
bir yıl kadar önce.”durdum. aniden. bıçakla kesilmiş gibi durakladım yazmaktan. kağıda baktım tekrar. biçimsiz bir sürü harf. halbuki nasıl anlamlar barındırıyor kendinde. garipsedim. yazdıklarımı okudum en baştan. gözüme şu cümle takıldı, “beni öldürecek, biliyorum.” gülümsedim bunu görünce.
beni öldürecek. öleceğim. nefesim. içimde çırpınan küçük kırmızı kuş. gözlerim görmeyecek, titrek, yorgun…"bir yıl? ne kadar kısa bir süre geçmiş. halbuki bana neredeyse bir yüzyıl geçmiş gibi geliyor. ama zamanı önemli mi? değil. hatırlıyorum. hüzünlü bir mart sabahı. güneşli bir hava. kuşlar.
elimde kirli bi fırça, önümde yarı bitmiş boş bir tuval. atolyede yankılanan hoş birmüzik.
dünyanın en sıradan günüydü. her şey öyle normaldi ki. şüphe uyandıracak derecede sıradan, sakin ve sessiz bir gündü. atölyede sıradan bi öğrenci sessizce resim çiziyor. o kadar normal bi gün.
ama hepimizin bildiği küçük bir şey var değilmi?hayat sürprizler yapmayı sever.
korktum. ellerimin titrekliğinden kalemi düşürdüm. hatırlamak istemiyordum, istemiyordum! ama sonsuza kadar kaçamazdım… anlatıp kurtulma.. anl.. anlatıp kurtulmalıydım ve sonra sonsuza kadar unutmalıydım… derin bir nefes aldım. gözlerimden akan bi kaç damla yaş kağıdı ıslatsa da, yazmaya devam ettim bütün hırsımla.
atölyenin kapısı aniden açıldı. ürkerek arkamı döndüm, elimdeki fırça yere düştü,küçük mavi damlacıklar sıçradı etrafa. mavi oldu her yer. gelen kişinin yüzüne baktım, ki o yüz tuvalimdeki portrenin bi kopyası, dedi ki,
‘konuşmamız gerek.’
sesi sert. sesi soğuk. sesi üzgün. üşüdüm. buz gibi bir ürperme yayıldı bütün vücuduma. ama dudaklarımdan sadece cılız bir ses yayıldı,
'peki.’
baktı. baktım. tabloma baktı. ben onun gözlerine baktım. yere baktı, tavana, yandaki masaya, boya fırçalarına, yırtık tuvallere, spreylere, hamurlara, killere baktı. ama ben direk ona baktım. gözlerinin tam içine baktım.
‘evet?' dedim zorlukla. zorla. kancayla çekip çıkartmış gibi kelimeyi. 'evet, nedir?' diye sordum, içimde bütün kristallerin ürkekliğiyle. derin bir nefes aldı. milyarlarca düşünce akıyordu gözlerinden, ama dudakları susuyordu.
‘söyle.’ dedim sertçe.
‘söyle ne?'suskundu. yaklaştı. yaklaşmaması gerekirdi ama yaklaştı. kokusunun tılsımlı yoğunluğu burnuma çarparken, kalbim delicesine çarpıyordu. ne yapacağını merak ediyordum.
eğildi. elleriyle belimden tuttu. düşüp bayılabileceğimi anlamış gibi. gözlerini kapadı ve dolgun dudaklarının arasından ılık nefesini bıraktı dudaklarıma. iyice içine çekti kokumu. sıkıca sarıldı. sanki bütün ruhumu emiyordu öperken, benliğimi kendine çalıyor gibi.
durdu. geri çekildi. hüzünlü bi gülümseme döküldü yanaklarına.
ve sonra
‘seni son kez öpmek istemiştim.’
dedi.
o an öldüm. o an. öldüm ve cehennemin en dibine düştüm. gözlerim cam kırığı doldu. dudaklarıma erimiş kurşunlar döküldü. kalbim. durdu.
biz kızların muazzam bi içgüdüleri vardır değil mi? söylemese bile anladım. söylemeseydi bunu, beni öylece bırakıp gitseydi, hayatıma devam edebilirdim. onu rahat bırakıp kendi içime çekilebilirdim.
keşke söylemeseydi. keşke beni öldürmeseydi o bir tek cümlesiyle, keşke gitseydi, o an geberseydi, kıyamet kopsaydı… söylemeseydi…
ama söyledi. son kez kapıyı çarpıp gitmeden önce tek bi cümle döküldü dudaklarından, ve beni bi ceset olarak bıraktı.‘başkasını seviyorum.’
…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Araf
ChickLitBir zamanlar göğsümün kafesinde büyüttüğüm sevgiye dair masum -ve parçalanmış- öyküler. Yitik anılarımın arasından çıkardığım küçük sahneler... Ona çingenem dedim, çünkü bir çikolata koyuluğunda teni, kahve kokusu ve taze, kıvrak vücuduyla en sevdiğ...