"Akşamın acı su karanlığı içinden,
Soğuk kadife teması yalnızlığın.
Şuh bir kahkaha balkonun birinden...
Gizli işareti midir bir başlangıcın?
Sevmek için geç ölmek için erken...
Baş başa çay el ele yürümek derken;
Boğaz vapurları mı iskele sancak?
Telefonda kaybolmak sesini beklerken,
İnsan insanı yeniler, doğrudur ancak.
Sevmek için geç ölmek için erken...
İçimdeki gökkuşağı besbelli neden.
Bulutların içinden kuşlar yağıyor,
Bir şiire başlarsın birini bitirmeden...
Hiç kimse gözlerine inanamıyor.
Sevmek için geç, ölmek için erken...
Sevmek sevildiğini bile fark etmeden.
Yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi,
Sevmek zehir zemberek ve yürekten.
Gecikerek de olsa vuruşur gibi...
Sevmek için geç, ölmek için erken..."
Attila İlhan
"Öleceğiniz günü öğrenseniz ne yapardınız? Ne kadar gününüz kaldığını, kalbinizin kaç kere daha atabileceğini ortalama alacağınız nefes sayısını... Ben öğrenmiştim kaç günüm kaldığını. Kaç nefesim olduğunu. Şimdi geriye kalan tek şey elimdeki kalp kırıklarımdı..."
Dört köşeli odanın her köşesi birbirine girmiş, öleceği günü öğrenen Rüya içinde bulunduğu anıt mezarın içine hapsolmuştu o anda. Ölmüş annesinin yanında, onun kalkmasını bekleyen titrek yavru kedi misali, odadakilerden bir teselli bekliyordu genç kadın ama nafile. Ölmeden Azrail sevgilisi olmuştu onun artık. Üstelik bundan sonra ona bahşedilen zamanı acı dolu geçecekti.
Altı ayı kalmıştı kadının...
Son yüz seksen iki günü, dört bin üç yüz atmış iki saati, dört milyon yedi yüz on yedi bin dört yüz kırk nefesi...
Genç kadın duyduklarının karşısında şoka girmişti. Babasını ondan alan hastalık şimdi de biricik prensesi Masal'ı Rüya'sız bırakacaktı. Adı kanser olan seri katilin ne ilk kurbanı olacaktı ne de son... Rüya da bu katilin isimsiz kurbanlarından biriydi artık. Talihsiz kadın, kendi cenaze törenini hazırlamak zorunda olduğunu fark etti birden. Ölecekti, hem de acı çekerek. Önce bu acıları çoğalmadan kesip atmalıyım diye düşündü. Ardından yapamayacağına karar verdi. Önünde acılı da olsa kızıyla geçirebileceği altı ayı vardı. Peki ya Emre ne olacaktı? Mülakatı geçmiş ve Amerika'da eğitim fırsatı yakalamıştı. Giderse üç ayı onsuz geçecekti. Fakat söylerse de gitmeyeceğini biliyordu Emre'nin... Kalmasına izin veremezdi. Saniyeler içerisinde tüm hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmişti âdeta. Yüzündeki donuk ve şaşkın ifade Nazlı'nın onu sarsmasıyla son bulmuştu. Hiçbir şeyi yokmuş gibi kalktı genç kadın ayağa oturduğu o derimsi koltuktan. Zorlukla kaldırdığı sağ eliyle 'Yeterli!' diye işaret ettikten sonra ayaklarını sürüye sürüye çıktı idam fermanının yazıldığı o karanlık odadan. Sanki o an sesini, nefesini ve duygularını ameliyatla almışlardı ondan. Bedenine bir sumo güreşçisi bağlanmış da onu taşımak için tüm gücünü harcıyormuşçasına zor duruyordu kadın ayakta. Zorlanarak da olsa hastanenin kapısından dışarı çıkmayı başardığında kafasını gökyüzüne kaldırmış, Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hesap sorarcasına dikmişti gözlerini o karabuluta. Hastanenin karşısındaki otobüs durağına geçebildiğinde nefes alması gerektiğini hatırlamıştı. O aldığı nefesle duraktaki koltuklardan birisine bıraktı kendisini. Sonra serbest bıraktı dakikalardır tecritte tuttuğu gözyaşlarını. Gözleri tam karşısındaki hastaneye dikili hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. O an tabiat ana bile üzülmüştü ki Rüya'nın haline, o da başladı ağlamaya. Bir anda kaldırımlar boşaldı. İnsanlar ıslanmamak için sağa sola kaçıştılar. Hızla düşen yağmur damlaları ölümün soğukluğunu hissetmiş olacak ki yere düşemeden donmaya, yere çarptıkça parçalanmaya başladılar. Yerde parçalanan her dolu tanesi acılı kadının yüreğinde derin izler oluşturuyordu. Muhakeme yeteneğini kaybetmişti Rüya. Hayatının her saniyesini, her dakikasını ince ince planlarken kocaman bir belirsizliğin içinde boğuluyordu.
Kadın omzuna dokunan eli hissedemedi önce, sonra görüş açısına giren simide şaşırdı. Kumandadan sessiz tuşuna basılarak sessizleşen dünyası kadının, adamın sesiyle yeniden canlandı sanki...
"Neyin var?"
"Neyin var?" Bu sorunun ne yeri ne de zamanıydı. Kadın umursamaz tavrını takınarak ağlamaya devam ederken bir anda ellerinin tersiyle gözündeki yaşları sildi ve gülmeye başlayarak ekledi.
"Ölüyorum!"
Bunun üzerine bana nasıl olsa bir şey söyleyemez diye düşünüyordu Rüya. Aslında gerçeği tanımadığı birine söyleyerek rahatlamış bile sayılabilirdi. Adamı başından savdığına karar vermişti onun tiz sesini duyana dek.
"Ben de!" demişti adam... "Ben de ölüyorum!"
Genç kadın duyduğu cümle karşısında kendi ölümünü unutmuş ve adama dönmüştü yüzünü. Kemoterapiden dolayı vücudunda hiç tüy kalmamış olan adam, duygu karmaşası yaratıyordu Rüya'da. Önce gülmeye başladı adamın gözlerinin içine bakarak. Sonra teselli ararcasına elinde tuttuğu simide uzandı. Titreyen elleri yüzünden simidi ıslak zemine düşürdüğünde elinden elma şekeri alınmış olan bir çocuk gibi serbest bıraktı hıçkırıklarını. Adam kendi ölümünü unutmuş, Rüya'yı göğsüne bastırmış tabiat anayla beraber Rüya'nın ölümüne ağlıyordu...
Kalmak mıydı zor olan yoksa gitmek mi? Giderken sevdiklerini üzmek mi? Yoksa kendinden nefret ettirmek mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vasiyetname ( Pandemi boyunca yeniden yayında)
Fiksi UmumÖleceğiniz günü öğrenseniz ne yapardınız? Ne kadar gününüz kaldığını ,kalbinizin kaç kere daha atabileceğini ortalama alacağınız nefes sayısını... Ben öğrenmiştim kaç günüm kaldığını Kaç nefesim olduğunu Şimdi geriye kalan tek şey elimdeki kalp kırı...