TANRI'NIN BAHÇESİ

53 9 6
                                    

MİLATTAN ÖNCE 1983 :  MISIR /MEMPHİS


Gökyüzünde asılı sayısız yıldızlar, solgun ışıkta parlayan taş yapılar ve ışığın sızamadığı kuytu, karanlık köşeler... Kimisi huzurlu bir uykuda, kimisi güzel düşlerde, kimisi hasta, kimisi dertli insanlar. Hatep, çıkma balkonunda geceyi izlerken düşünüyordu. Kainat var olduğundan beri bir kavgası vardı insanlığın; var olma savaşı. Bu nedenle insanlar kararlar alıyor, doğru veya yanlış işler yapıyordu. Var olmak, kimisi için güç, kimisi için zenginlik, kimisi için sağlık, kimisi için de iyilik demekti. Bunlara onlarca seçenek eklemek de mümkündü 

Tanrı, akıl verdiği yarattıklarına seçme şansı vermişti. Gerisi o yaratığın vicdanına ve tercihine bağlıydı. Özgürlük denilen olguyu eline verdiği yaratıkların neler yaptığını görüyordu Tanrı. Bir hesap günü olmalıydı öyleyse. Ölüm bir son olmamalıydı. Rahiplere sorsa, dese ki ölüm nedir? Alacağı cevap bedenin bu dünyadaki görevini bitirip, ruhuyla yaşama devam etmesidir olurdu. Peki ruh nereye gidecekti?

“Senin bedenin ölünce sen ben mi olacaksın nefesim? “
Hatep, omuzunda oturan Kaha’ya sevgiyle baktı. Bu açıdan bakmamıştı hiç.

“Bilmiyorum ruhum, bildiğim tek şey Tanrı’nın bizi gördüğü ve bizim için bir bahçesi olduğu.”

“Rahipler Anubis’in bizi orada beklediğini söylüyor, bu doğru mu peki? “

Hatep’in kaşları çatıldı. Bazen inanç konusunda rahipler ile çakışırdı, onların inançlarına inanıyormuş gibi davranmak zor gelirdi fakat elinden başka bir şey de gelmezdi. Korkudan değildi suskunluğu, dostunu zor durumda bırakmak istemezdi.

“Onların ne dediği umurumda değil Kaha, ben Tanrı’nın bir olduğuna inanıyorum.”

“Bunu kanıtlamanı isterler senden, eğer böyle düşündüğünü bilseler.”

“Bilmemeleri gerekiyor, Raha’ya söylenecek sözleri düşünebiliyorum. “

“Bana anlat nefesim.”

“Sen biliyorsun içimi ve dışımı, sırlarımı, duygularımı, beni ve var oluş savaşımı. “

“Biliyorum fakat senden işitmek ayrıcalık benim için.”

Hatep’in yüreği sevgiyle dolup taştı. Gözlerini parlayan yıldızlara çevirdi.

“Bak, nasıl parlıyorlar; öylece, kendi başlarına, aşağı düşmeden asılı duruyorlar gökyüzünde. Onları oraya tutturan bir varlık var, olmalı. Rüzgâr esiyor, otlar yeşeriyor, kumların altından ırmaklar akıyor, insanlar doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Bunların bir yöneticisi olmalı, kainatı yöneten bir varlık. O çok güçlü olmalı ki her şeye gücü yetiyor. Düşünsene Kaha, eğer rahiplerin dediği gibi her iş için görevli onlarca Tanrı olsaydı kavga etmezler miydi? Neden ülkeyi yöneten tek bir firavun var? Eğer birkaç tane firavun olsaydı birbirlerinin işlerine karışıp en güçlü olmaya çalışmazlar mıydı? Belki anlatamam, belki lisanım kafi gelmez düşüncelerimi ifade etmeye. Fakat ben inanıyorum ki Tanrı tek ve onun bir bahçesi var. Ben ve aciz bedenim yok olunca seninle orada buluşacağız. Belki, ben sen olurum, sen de ben. “

Gecenin ayazı kollarını üşütünce zamanın nasıl geçtiğini fark etti. Gözlerinden akan uykunun hayaliyle balkondan ayrılıp odasına yöneldi. Yarın Raha’yla yapacağı görüşmeyi düşünerek yatağına girdi. Gözlerini kapatıp eşinin yüzünü hayâl etti. Ne kadar da özlemişti onu. Zaman rüzgarda uçan bir yaprak gibi akıp giderken, hasretin buhran yüklü bulutları, kalbinde oradan oraya gezindi.

Sabahın ilk ışıkları penceresinden içeri vurunca uyandı. Güneş, her gün olduğu gibi yine aydınlatmıştı Mısır’ı. Temizlenip kıyafetlerini değiştirdi. Hizmetkarı yemeğini getirip masaya bırakmıştı. Kaha çoktan kendisi için gelen haşlanmış mısır tanelerini yemeye başlamıştı.

FİRAVUN'UN  GÖZÜ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin