İkinci Bölüm

17 2 17
                                    

Normallik Nedir Aşir?



*Milattan sonra 2294* MISIR / KAHİRE

Sarı, beyaz, kırmızı, mavi ve araya serpiştirilmiş eflatun, turkuaz ve gri...

Onlarca renk birer toz zerresine dönüşmüş simsiyah gökyüzünde dalga dalga savruluyor. Renk zerrecikleri dans ederken rüzgar, hepsini bir araya topluyor. Kırmızı, bir ejderhanın başı gibi büyüyor, birleşiyor. Gri, arkaya doğru uzanıp kuyruğa dönüşüyor. Beyaz, iki yana ayrılıp devasa birer kanat şeklini alıyor. Geriye kalan renkler birbirleriyle harmanlanıp gövdeyi oluşturuyor.

Sonra bir ses fısıldıyor.

“Aşir, uyan!”

“Efendim anne!” diyerek uyandı genç adam. Baş ucunda dikilip onu uyandırmak için göğsünden sarsan annesine baktı.

“Daha alarm çalmadı anne,” dedi yarı açık gözlerini annesine dikerek.

“Bir dakika önce uyanmakla kimse ölmez Aşir, kalk hadi,” annesi böyle dediği anda saatin sinir bozucu alarmı çalmaya başladı. Annesi gülümsedi ve, “ Bak alarm da çaldı,” diyerek arkasını dönüp yürüdü. Aşir annesinin hafif tombul bedenine ve sırtında salınan uzun kumral, yarısına ak düşmüş saçlarına baktı. Bir yıl öncesine kadar annesini bu saatte ev kıyafetiyle görmediğini hatırladı. Her sabah uyandığında annesi çoktan okula gitmek için hazırlanmış olurdu ve saçlarını örtmüş olurdu. Bir yıl diye düşündü. Hayatları alt üst olmuştu ve üstelik bu dünyanın ortak kaderiydi.

Usulca yatağından doğruldu. Tuvaletin yolunu tutarken mutfaktan annesinin tıkırtılarını duyuyordu. Her gün yinelediği insani ihtiyaçlarını karşılayıp ellerini ovalayarak yıkadı. Mikrop şu günlerde en korktuğu kâbusu olmuştu ki bu diğer insanlar için de geçerliliğini koruyordu. Üzerini değiştirmeden eşofmanlarıyla mutfağa ilerledi. Kubbe biçiminde inşa edilen binanın en üst katındaki evlerinin tavanı çatıya uyum sağlayarak yukarı doğru gittikçe daralıyor ve kubbeleniyordu. Mutfakları kenara denk geldiği için daralma alanındaki kapının boyu bir hayli küçüktü ve Aşir, bir seksen yedilik boyuyla geçemiyor ve başını eğiyordu.

Başını eğerek mutfağa girdiğinde onun aksine bir elli beş boyundaki annesine gülümsedi.

“Bazen kısa olmanın avantaj olduğunu düşünüyorum,” dedi.

“Ben de her sabah sana bakıp gururlanıyorum.”

Meyve sularını bardaklara dolduran kadın, oğlunun uzun boyuyla her daim gurur duyardı. Aşir masadaki yerini alırken gülümsedi.

“Bil bakalım rüyamda ne gördüm?”

Meryem de sandalyesine oturup çatalını eline aldı.

“Babanı mı gördün?” dedi Meryem, sesi biraz buruktu. Aşir bir an ağzını açıp kapattı. Eline aldığı çatalı peynire batırdı ve ağzına attı. Annesinin bu cevabı vereceğini beklememişti.

“Hayır anne, bir ejderha gördüm,” dedi lokmasını yuttuktan sonra.

“Ejderhalar binlerce yıl önce yaşayan efsanevi varlıklardır. Son ejderha avcısı Sékleonat ise yaşayan son ejderhanın sahibi. Liat’ın karanlık tapınağı Kaen de yaşamakta her ikisi. Sessiz sakin sürdürdükleri yaşamları...”

“Anne ne anlatıyorsun sen?” diyerek annesinin sözünü kesti Aşir ve ekledi : “ Ejderha diye bir şey yok!”

Meryem, iki kaşını birden yukarı kaldırdı, badem yeşili küçük gözleri açıldı. Yüzünün ortasına badem gibi konduruluvermiş minik burnunu kırıştırdı ve ince, küçük dudaklarını açarak kuvvetli bir kahkaha attı.

“Bunu ben de biliyorum oğlum, yeni bir kurgu geldi aklıma. Son ejderha ismi.”

Aşir bir an kendini aptal gibi hissetti. Annesi her konudan yeni bir kurgu üretebiliyordu ve yıllardan beri bunu öğrenmiş olması gerekirdi.

“O kadar ciddi anlatıyorsun ki anne, gerçek olduğunu sanmam normal değil mi?”

İkili bir taraftan yemeklerini yerken diğer taraftan konuşmayı huy edinmişlerdi. Aşir doğduğundan beri annesinden başka hiç kimseyle yaşamamıştı. Babasını ise hayal mi gerçek mi ayırt edemediği bir şekilde hatırlıyordu. Meryem ona babasından pek bahsetmezdi ve Aşir, onu sorguya çekmezdi. Geçmişte annesini kıran bir şeyler olduğu barizdi.

“Normallik nedir Aşir?” dedi Meryem. Bakışları bir öğretmenin idealizmini sergiliyordu. Öğrencisini tanımak, onun zihnine nüfuz etmek ve öğretmek.

“Normallik çoğu insanın kabul ettiği, aykırı ve uç nokta demediği şeylerdir anne.”

Meryem gülümsedi, “Normallik göreceli bir kavramdır oğlum. Örneğin az önce normal değil mi dediğin şey beni tanımayan birisi için normal. Çünkü o beni tanımıyor ve beni ciddiye alması gayet normal. Lâkin sen benim oğlumsun ve ben sana onlarca kez bu şekilde kurgularımdan bahsettim. Senin bunu ciddiye alman normal değil. “

Aşir hafif bir utanç hissetti. Annesini tanıyordu fakat bazen onu anlamakta güçlük çekiyordu.

“ Özür dilerim anne, seni tanıyorum ama bazen seni anlayamıyorum. “

“ Özür dilenecek bir şey değil bu Aşir, sadece kafanın içinde dönen soruları bana sormanı sabırla beklediğimi bil yeter.”

“Kafamın içinde soru döndüğünü nereden çıkardın ki?” dedi Aşir. Dudağının tek tarafı yukarı kıvrılmıştı. Annesinin bu kadar iyi gözlemci olduğunu bir kez daha anlamıştı.

“Anneler bilir,” dedi Meryem ve sırtını sandalyeye yasladı.

“Anneler biliyorsa kafamın içindeki soruları da ben söylemeden bil o vakit,” dedi Aşir ve Elhamdülillah diyerek masadan kalktı. Boş tabakları üst üste toplayarak tezgahın üzerine bıraktı.

“Elhamdülillah,” dedi Meryem de ve kalan dolu tabakları alıp buz dolabına yerleştirdi. Sabah sohbetleri bitmişti ve hayat gailesi ana oğul için başlamıştı.



Meryem odasına çekilip az sonra katılacağı toplantı için hazırlanırken Aşir, tavanı yukarı doğru kavislenerek ortada uç noktaya ulaşan salonlarına girdi. Sabah olmasına rağmen henüz aydınlanmayan salonun ışığını açtı. Tavandan sarkan onlarca mum şeklinde ışıldağa sahip olan kristal avize parlayarak yandı. Büyük salonun bir köşesinde altın ipliklerle süslenmiş koltuk takımı duruyordu. Koltukların karşısında, araya büyükçe bir halı sığacak kadar mesafede ise yemek masası ve konsol duruyordu. Aşir içi daralarak baktı salona ve tekrar mutfağa yöneldi. Bir bardak su alıp içerken annesinin ayak seslerini duydu. Meryem, krem rengi baş örtüsünü örtmüş, üzerine ayaklarına kadar inen patlıcan moru sade bir elbise giyinmişti.

“Ben kütüphaneye geçiyorum, sessiz olmaya çalış,” dedi mutfağa girmeden kapıdan bakarak.  “Olur,” dedi Aşir, Meryem çekilip giderken.

Derin bir nefes aldı Aşir, kafasının içinde sorular ve endişeler vardı ve bunlara çözüm bulmak şu an için mümkün değildi. Bardağı bulaşık makinesine koyup odasına yöneldi. Salon kapısını es geçip kütüphane odasının önünde durdu.

“Aramıza hoş geldiniz  Profesör İslam,” diyen annesinin sesini duydu. Hastalık sayesinde toplantıdan derslere kadar bütün işlerini eve sığdırmıştı annesi ve Aşir bunalıyordu. Yaklaşık üç aydan beri dışarı adım atmamıştı.

Sessizce yürüdü, banyo ve tuvaleti geride bırakıp odasının kapısını açtı. Tek kişilik yatağı, elbise dolabı ve bir köşede sessizce bekleyen çalışma masası, duvara gömülü kitaplığı ve içinde bazıları okunmuş bazıları okunmayı bekleyen kitapları... Aşir hiçbirine bakmadan balkon kapısını açtı ve sonsuzluğa dek uzanıyormuş gibi görünen yüksek kubbeli binalara, yol kenarlarına park edilmiş araçlara ve ufkun sonunda görünen, orada olduğunu bilmese ne olduğunu bilemeyeceği  basamaklı piramide  baktı.

Gökyüzü kasvetli ve griydi. Hava ise oldukça sıcak ; derken yer sarsıldı ve Aşir korkuyla yutkunarak korkuluklara tutundu.

Sarsıntı geçince bıkkınca iç çekti. Bir aya yakındır sürekli sallanıyordu Mısır. Felaketler ardı arkası kesilmeden sürekli bir devinimde devam ediyor, insanlar çaresizce kıyametin kopacağını düşünüyordu. Aşir de korkuyordu fakat tüm bunların birinin eseri olduğunu düşünmeden de edemiyordu. Rab kullarına bu kadar eziyet eder miydi?

Bunu annesine sorsa, ayaklı tarih kütüphanesi olan Meryem, geçmişte helak olan milletleri sayar, içine Firavun tarihini de ekleyip konuşmasını bitirirdi. Meryem derdi ki: “Herkes hakkı olanı er ya da geç alır.”

Aşir, tüm bu felaketlerin tanığı olmak için ne yapmış olabileceğini düşündü. Henüz yirmi iki yaşındaydı. Şimdiye kadar hiç içki içmemiş, kafa bozan şeylere meyletmemişti. Annesinin istediği gibi bir evlat olmaktan başka amacı yoktu.

Öyleyse bu felaketleri yaşamasının başka bir amacı olmalıydı. Birden zihninde bir kıvılcım çaktı. Evet evet, bu bir imtihandı. Aşir’in İmtihanı buydu belki de. Yine de emin olmalıydı. Annesine sormaya karar verdi. Annesi çoğu şeyi bilirdi nasılsa. Hayatında gördüğü en bilgili insandı.



Parmaklarını demirlerden ayırıp hızla yürüdü. Kalbi ritmini şaşıp hızlanmıştı. Kütüphanenin kapısını hafifçe tıklatıp açtı. Projeksiyonun önünde, ayakta duran annesiyle göz göze geldi ve hemen ardından ekrana kaydı gözleri. Yirmi parçaya bölünmüş ekranda her karede farklı kişiler görünüyordu. İki elini havaya kaldırıp sesini çıkarmadan, dudak hareketleriyle özür dilerim dedi.

Meryem, göz kapaklarını kapatıp açtı, sorun yok demeye geliyordu bu hareketi. Meryem, dersine devam ederken Aşir, sessizce köşedeki sandalyeye oturdu. Annesinin berrak ve kendinden emin sesi huzur vericiydi.

“Antik Mısır Uygarlığı, kurulduğu milattan önce üç bin yüz yılından; Büyük İskender tarafından fethedildiği milattan önce üç yüz otuz iki yılına kadar, Akdeniz kıyılarının en gelişmiş medeniyetiydi. Piramitleri inşa eden Eski Krallık Dönemi ve büyük askeri başarılar gösteren Yeni Krallık Dönemi, arkeoloji ve tarih bilimi için tarihimiz hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır. Atalarımızın mirası öyle büyüktür ki onlardan arda kalanları incelemek üzere “Egyptology, “ yani Mısır Bilimi adı verilen bir bilim dalı oluşmuştur. Bu bilim dalının ilgi alanları ise atalarımızdan kalan her türlü tarihi eserdir. “

“ Kutsal Kitaplara bile konu olmuş bir milletiz hocam, bilim dalı kurulması isabet olmuş. “

Meryem sözünün kesilmesine bozulmadan orta karelerden birine baktı. Konuşan gencin atalarıyla gurur duyduğu aşikardı. Hafifçe gülümsedi Meryem, onun imalı gülüşünü yakalayan Aşir ise eğlence başlıyor, diye düşünüyordu ve bu onu heyecanlandırmıştı.

“ Kutsal Kitaplarda adımız pek de hoş geçmiyor ama Meddah, ne dersin?”

Az önce gururlanan gencin yüzü asılırken diğer karelerdeki yerini alan öğrenciler gülüyordu.

“Konuşmadan önce bir kez düşünsen keşke Meddah, ha ne dersin?” dedi kızlardan birisi ve sınıf daha gürültülü bir hâl aldı.

“Susun gençler!” diyerek idareyi yeniden ele aldı Meryem. Suskunluk yeniden kütüphaneyi sardığında Meryem Aşir’in yanındaki sandalyelerden birini ortaya çekip oturdu. Bu şekilde hem ayakta kalmamış olacak hem de dersine devam edebilecekti.



“Geçmişimiz bazı dönemlerde aydınlık bazı dönemlerde iç çatışmalarla kararmış olsa da, adları Kutsal Kitaplarda, ” kötü” olarak anılmış olsa da onlar bizim atalarımızdı. Hiç kimsenin onlarla gurur duyması veya onları hakir görmesi benim açımdan doğru bir eylem değildir. Gençler, şunu unutmayın ki hepimiz öncelikle bir Mısırlı değil, birer insanız. Hepimizin bir ortak yanı var ki o da Adem evladıyız. Tüm insan ırkının soyu esasında Adem Aleyhisselama bağlıdır. İçinizden, ‘hadi ya biz bilmiyorduk  bunu(!) dediğinizi biliyorum. Fakat bilmek ayrı, kabul etmek ayrı, farkında olmak da apayrı bir olgudur. Sen Meddah, bir Mısırlı ve Müslüman olarak doğdun bu coğrafyada. Peki soruyorum sana, bundan binlerce yıl önce doğmuş olsan ne olarak doğardın? Bir Kıpti, ya da İbrani, belki de bir Sudanlı. Bizlerin doğduğu yeri belirlemesi maalesef imkansız. Coğrafya kaderdir Meddah. Senin bu ülkede doğman sana atalarınla gururlanma veya onları hakir görme hakkını vermez.



Biz önce insanın kim, neci ya da nereli olduğuna değil, onların insanlığına bakmayı ve bu şekilde değerlendirmeyi öğrenmeliyiz. İnsanlığın bu günkü  geldiği durumun asıl sorumlusu kibirdir. Kibir ise İblistendir. “

“ Antik Mısır Tarihinden Din Dersine geçiş yaptınız Hocam, tebrikler. “

Gözlerini koyu bir makyajla süsleyen kıza baktı Meryem. Boynunda  siyah kanatlı bir kuşun dövmesi vardı. Giyim kuşamı ise yerli halka benzemiyordu.

“ Din dersi işleyecek olsaydım eğer, diğer hocaların yaptığını yapar ve sana dövme yaptırmanın günah olduğunu söylemekle başlardım işe Semia. Mısır Tarihi anlatmak benim işim ve eğer bilmiyorsan söyleyeyim ; Antik Mısır’da iblislere inanılırdı ve onlar Müslüman değildi. “

“ Hadi ama Hocam, onların iblis dedikleri şey olsa olsa tarla faresidir. Siz dememiş miydiniz? Onlar kedileri kutsal sayıyorlardı fareler yüzünden diye. “

Kızın küçümseyen tavrı Aşir’i sinirlendirmeye başlamıştı fakat annesinin otoritesini sarsacak herhangi bir eylemde bulunacak kadar değil. Merakla annesini izliyordu.

“ Sadece kutsal sayılan hayvanlar değil, inanılan Tanrıları da vardı. Tanrı’nın olduğu her kültürde mutlaka isyankar bir varlık da vardır. İşte bizim atalarımızın da korktuğu kötücül yaratıklar vardı.”

“Peki, madem öyleydi neden bir insan olan Firavun kendini Tanrı ilan etti? Bu şekilde iblisin de varlığının görünmesini beklemediler mi? “

Meryem hafifçe gülümsedi.

“ Eğer bundan binlerce yıl önce yaşamış olsaydım bunu onlara sorardım. Fakat bu imkansız ve bizim bilgimiz sadece yazılan tarihi kayıtlara ve bulunan arkeolojik eserlere dayanıyor ve bu kayıtlara göre iblis onlar için görünmez değil. Tıpkı ruhlarını omuzlarında taşıdıklarına inandıkları gibi, iblisin ve Tanrıların da aralarında olduğuna inançları vardı. “

“ Şu Kabala safsatası değil mi hocam?” dedi aynı kız.

Meryem iyiden iyiye sinirlenmeye başlıyordu. Hadsiz ve saygısızca konuşmak yeni nesil gençlerde hastalık olmaya başlamıştı.

“ Senin için safsata olabilir fakat onlar için kutsal bir inançtı. Bu şekilde konuşmamanı öneririm. O zamanın kültürel yaklaşımının bizim gibi olmasını bekleyemezsin. Bize göre de ruh vardır, beden vardır. Ahiret vardır. Onlarda da ölümden sonra hayat inancı vardı. Ufak tefek değişiklikler olsa da bu böyleydi. “

“ Yani bir nevi Müslümanlardı öyle mi? “

“ Eğer Müslüman olsaydılar Hz. Musa onlara gönderilir miydi Semia? “

Diğer öğrenciler seslerini kesmiş, hocalarıyla arkadaşlarının tartışmasını dinliyorlardı. Hiçbirinin olaya karışmak gibi bir niyeti yoktu.

“ Ama hocam, anlattığınıza göre bize çok benziyorlar. “

Sınıf ilk kez sessizliği bozup güldü. Meryem ise eline geçen fırsatı kullanmak için can atıyor ve Semia’ya  yandın sen demek ister gibi bakıyordu.

“Senle aralarında büyük benzerlik olduğu kesin Semia, ama bu hepimiz için geçerli değil.”

Semia’nın  kızaran yanakları alev almış yanıyordu.

“Ne demek istiyorsunuz hocam? Ben Müslüman değil miyim?”

Meryem’ in dudağının tek tarafı yukarı kıvrıldı.

“Hadi bunu bize kanıtla!” deyiverdi heyecanla. Semia sağına soluna bakındı. Masasının üzerinde bir şeyler arıyor gibi görünüyordu. Elinde tuttuğu kitabı ekrana yaklaştırdı nice sonra. Kuran’ı Kerim’i elinde tutmuş, işte kanıtı diyordu.

“Kuran’ı Kerim evrensel bir dini kitaptır ve isteyen herkes onu alıp okuyabilir. Bu bir kanıt değil Semia, üzgünüm.”



Semia o an içinden çıkılmaz bir hâl alan tartışmaya hiç başlamamış olmayı diledi. Meryem Hoca’yla aşık atılır mıydı hiç? “  Sustu, yapacak ya da söyleyecek sözü kalmamıştı.

Meryem dudaklarına yayılan müstehzi gülüşü sildi.

“Bir Hristiyan dinini boynunda taşır. Haç takar, Hristiyanlığın kutsal sayılan öğelerini broş olarak takar. Bir şekilde kendini belli eder. Biz İslam’ın üyeleri, bu dini tercih eden ve hak dini kabul eden, kendine Müslüman diyen halkın kadınları giyimleriyle, erkekleri Cuma Namazlarıyla, semalarda yankılanan ezanlarıyla dinlerini belli eder. Sen Semia, o sevdiğin, her gün izlediğin Avrupai diziler, programlar yüzünden kendi benliğini kaybetmeye başlayan gençlerin tutulduğu çağ  hastalığına tutulmuşsun. Bu bir nevi kendi kendini asimile etmektir. Mevlana Celaleddin Rumi’nin dediği gibi : “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” Aynaya bak Semia, önce kendini, sonra atalarını eleştir. Senin sahip olduğun ilme onların erişme şansı yoktu. Bunu da asla unutma! “ dedi ve ekledi.” Bu günlük dersimiz bu kadar gençler. Yarın görüşürüz. “

Ekranı karartan annesine gururla baktı Aşir, onun birilerini eleştirmek için eleştirdiğine, hakir gördüğü için kötülemeye yönelik konuşmasına hiç denk gelmemişti. Başka bir öğretmen olsa Semia’ya kaba davranabilirdi. Meryem’in kendince  çizdiği yolda, şaşmadan ilerlediğini görmek Aşir için gurur kaynağıydı.

Oturduğu yerden kalkıp annesine sarıldı.

“Seni seviyorum anne!”

“Ben de seni seviyorum oğlum. Hem de çok.”

FİRAVUN'UN  GÖZÜ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin