Bu her neyse beni çok sinirlendirmeye başlamıştı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak tam da bu olsa gerekti. Bir rahat vermeyen pencerelerden gına gelmişti. Bu anlamsız soruya rastgele bir cevap verecektim. Benimle dalga geçen bir yazıyla ilgili kafa yoracak değildim. O yüzden aklıma gelen ilk saçma şeyi yazdım.
"Kar yağmasını istiyorum."
Bunu yazarken kendi kendime sırıttım, ne de olsa haziranda kar yağması mümkün değildi. Ankara'nın kavurucu sıcakları henüz başlamışken beyazı görmek imkansızdı.
Yazıyı yazıp göndere tıkladım. Muhtemelen sonuncu olan bu sayfa da toz olmuştu. Bilgisayarımı kapattım. Şimdi, kaldığım yerden günlerimin berbatlığından yakınmaya devam edebilirdim. Ben kendimi sıkıntıyla boğarken ve yeniden ağlamaya başlamışken telefonuma bir bildirim geldi. Bankama tam 300 lira yatmıştı. Annemin nadiren yatırdığı o ufacık para. Kesinlikle bizi kurtarmazdı.
Ben yüreğimin binlerce parçaya ayrıldığını hissederken burnumun aktığını fark ettim ve banyoya gidip burnumu sildim. Peçeteyi de yanıma alıp odama geçtim ve o gece de günlük ritünlerimden birini yaptım: Ağlamak. Fakat bugün farklı olarak günün verdiği ağırlıkla uykuya dalmaya başlamıştım. Sabahın erken saatlerinden beri koşmak beni zayıf düşürmüştü. Bu sefer stres dahi beni uykudan mahrum bırakamazdı. Gözlerimi sıkıca kapattım ve kabusa kaldığım yerden devam ettim.
Karanlığın içindeyim. Etrafta kimse yok. Boşluta yürüyorum. Önümde bir insan beliriyor. Bu... Bu annem! Gidiyor! Nereye gidiyor? Bağırıyorum.
Anne! Bu sen misin? Nereye gidiyorsun? Beni bırakma lütfen. Lütfen. Sana ihtiyacım var. Tek başıma üstesinden gelemem. Anne, ne olursun beni terk etme. Babam bizi bıraktı, en azından sen bizi bırakma. Anne! Gitme!
Avazım çıktığınca bağırıyorum. Duymuyor veya duymak istemiyor. Yavaşça gözden kayboluyor. Yalnızım. Çok yalnız.
Ayaklarım yerden kesiliyor. Boşluğa düşüyorum. Bitmek bilmeyen düşüşün sonlanmasını bekliyorum!
Ter içinde uyandım. Her yanım sanki duş almışım gibi sırıl sıklamdı. Gözlerim de ağlamaktan acıyordu. Sehpanın üstünden bir iki mendil alıp yüzümü sildim, ancak bu pek fayda etmedi. Ayağa kalkıp yüzümü yıkadım. Yüzüme ne kadar çok su çarparsam çarpayım, kabusumun erkisinden kurtulamadım. Yüzümü, onu yırtmak istercesine havluyla sildim. Aklımdaki sesleri sonlandırabilecek tek bir yol bile yoktu. Ne denersem deneyim onlar hep benimleydiler. Annem beni öylece bıraktı. Bunu bana nasıl yapabildi? Beceriksizim. Hayal kırıklığı... Neden her şey bu kadar rezalet olmak zorunda ki? Herkesten nefret ediyorum!
Onlardan kurtulmanın mümkün olmadığını bildiğim için kafamın içinde cirit atmalarına izin veriyordum. Elimden dahası gelmezdi. Yatağıma geri döndüm. Sakinleşmeyi denemeden odamın yaşlı duvarlarını süzmeye başladım. İster istemez düşünürken soğuk, ıssız bir adada olduğumu hayal ettim. Kimse yok. Ağaç ya da hayvan yok. Sadece kum. Ayaklar altında ezilmeye mahkum edilmiş kum.
Sabahın körüne az bir süre kala uyuya kaldım. Gözlerimi alarmın kulak patlatan sesi yüzünden açtığımda buğulu görüntü kademe kademe netleşti. Telefonumu susturdum. Bugün erken kalkmak gibi bir dert edinmeyecektim. Azıcık uyumak istiyordum. Fazla değil, az.
Biraz kafa dinlemeye çalışıyordum ama hiçbir sakin anım uzun sürmezdi. Bulut odama şafak operasyonu yapar gibi dalmıştı. Sinir bir ses "Abla, abla. Uyan. Kalkman lazım hemen," dedi telaşla.
"Bulut, git başımdan. Yalnızca ufacık dinlenmek istiyorum. Yok ol."
"Ama abla..."
"Git!"
Sesimden anlaşılacağı üzere ona her konuda kinliydim. O da o yüzden mahçup bir halde odamı terk etti. Şuan kimse isteğim dışında bana hiçbir şey yaptıramazdı. Yatakta kalmak istiyordum ve öyle de yapacaktım. Bir süre yorganımla cebelleştim. Giden, geri gelmezdi. Uyku çoktan beni yarı yolda bırakmıştı. Daha fazla mücadele etmeden ayağa kalktım. Üstümü değiştirmedim. Rahat takılmak istiyordum. Bir seferlik izne ihtiyacım vardı. Odamdan direkt mutfağa geçtim. Kardeşim mutfakta yemek yapacağım diye ocağı mahvetmişti. Bağırıp çağırabilirdim, ancak şuanın yapılacaklar listesinden bunu çoktan çıkarmıştım. Dolaptan aldığım yumurtayı kırdım, pişirdim ve yedim. O kadar çok yemezdim, bir yumurta bana yeterdi de artardı bile.
Salona girdiğimde kardeşimi ayaklarını orta sehpaya koyarak televiyon izlerken buldum. Cips yiyordu ve yerle de paylaşmaktan çekinmemişti. Kırıntılar tüm koltuğa yayıldığı için ona kızabilirdim ama onu yapmaktan sıkılmıştım. Yanına oturup bir tane cips aldım. Kardeşim kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyordu. Ne var dercesine kafamı salladım. Beni süzüp "Sana bir haller oluyor. Önce bana bağırıyosun, ki bu senin sıradan halin, şimdi ise cana yakın davranıyorsun. Söyle bana ne oldu?" dedi.
"Hiç. Dün düşünmek için çok zamanım oldu ve gerçekten bıktığıma karar verdim. Bundan sonra farklı bir yol izleyeceğim."
"Peki."
Biz televizyon izlerken reklamlar araya girmişti. Reklamlara katlanamadığım için kumandayı alıp kanalı değiştirdim. Sabah haberleri pek heyecanlı olmazdı, ancak izleyecek ondan iyi bir program da bulamamıştım. Haber başlığını görünce şok geçirdim ve kardeşimin cipslerini yere saçtım. Başlık "Ankara'daki ani kar yağışı!"ydı.
Ellimi ağzıma götürüp öylece haberleri dinliyordum. Haberdeki spiker kar yağışıyla ilgili yorum yapmaya başlamışken ayağa sıçradım ve cama yapıştım. Kar! Her taraf beyaza bulanmıştı. Bu imkansızdı! Bu gerçek olamazdı! Kardeşime dönüp ona sorguyıcı bir bakış attım. Bana "Sürpriz," demekle yetindi.
"Bana niye söylemedin?"
"Söylemeye çalıştım, ama bilirsin ya, birileri beni dinlemeyi reddetti."
Bir dışarı bir de ona bakıyordum. Halıdaki kırıntalara aldırış etmeden üstlerine basarak bilgisayarıma yapıştım. Parmaklarım titrerken yazmaya çalıştım. Göz şirketinin sitesini bulup adresini bir kağıda yazdım. Ben henüz ne olduğunu anlamayamamışken neyseki ellerim benden hızlıydı. Apar topar üstümü değiştirdim, şu zamanda mont giymek zorunda kalacağım aklımın ucuna bile gelmemişti. Dışarı çıktım. Kağıttaki adrese baktıktan sonra seyirtmeye başladım. Telefonumun haritasından yardım alarak şirketi bulmuştum. Büyük, şahşalı Göz yazısı ve simgesi tepede asılı duruyordu. Bu şirketi önceden kesinlikle hiç görmemiştim. Yeni kurulmuş olmalıydı. İçeri girdim.
Resepsiyonla kısa bir konuşma yaptım. Buradaki en yetkili kişiyle konuşmak istediği söyledim. Kadın bana tuhaf tuhaf bakıyordu. O sırada bir telefon geldi. Kadın her kimle konuşuyorsa her seferin de tamam diyordu. Bana şöyle bir bakıp solunu işaret ederek "Bu kolidordan gidin ve 7 kat çıkın, gördüğünüz en sonuncu odaya uğrayın. Sizinle ilgilenecekler."
Kafamla onaylayarak kadının dedeği rotayı takip ettim ve yukarı çıktım.
Burası alt kata göre genişti. Fayanslar ise pırıl pırıl parlıyordu. Yeni bir bina olduğu her yönünden belliydi. Ben kolidorda ilerlerken ve yeri incelerken bir ses arkamdan bana seslendi:
"Nuşabe Bengü Hanım."
Arkama döndüğümde önümde uzun boylu, siyah saçlı, ela gözlü bir kadın gördüm. Takım elbisesiyle oldukça asil görünüyordu. Görüntüsü önemli biri olduğunu ele veriyordu. Kendime çeki düzen vermeye gayret göstererek "Evet, benim," dedim.
"Biliyorum. Ben de sizi bekliyordum. Beni takip edin."
Sıra dışı olsun olmasın her günkü gibi emir alıyordum. Ben de denileni yapıp onu takip ettim. Kolidorun sonundaki kapının önünde durduk. Kapının yanında "Toplantı Odası" yazıyordu. Şaşırmıştım. Toplantı odasında ne işim vardı ki? Uzun kollarıyla kadın, kapıyı açtı ve beni içeri davet etti. İçerisi koridora göre çok farklı dizayn edilmişti. Tereddüt etsem de içeri girdim. Ben içeri girince kadın arkamdan kapıyı kapattı ve ortadaki sandalyeye oturdu. Ben de solundaki sandalyeye oturdum.
Öneri ve yorumlarınızı 💭 bekliyorum canlar. Oylarınızı 🌟 eksik etmeyin. Esenlikle kalın.🌹
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1 Dilek Hakkı
Short StoryElinize geçen bir dilek hakkı var, ancak bu dilek hakkını kullanmak için hayatınızdan günler feda etmek zorundasınız. İşte... Tam olarak başıma gelen şey de buydu. 1 dilek hakkı karşılığında ömrümden kalan zamanımı feda ettim.