'8

110 27 24
                                        


  lucas'ın zar zor başarıp da kasabadan getirdiği kuru ardıç yaprakları ve poşet poşet zencefil tozuyla birlikte hazırlamayı bitirdiğim koca bir leğen merhemin minicik bir kısmını salonda oturmuş bana sinirini bakışlarıyla anlatan babamın eline sürmek için mutfaktan çıktım.

  "bir daha böyle bir aptallık yapacak olursan bozuşuruz winwin."

  pekâlâ, lucas ve diğer üç kurt gittiğinde azar işiteceğimi az çok tahmin ediyordum çünkü babam gözlerinden ateş saçabilse beni tutuşturacak gibiydi. merhemin işe yaramasını ve hem onun hem de shotaro'nun acısını dindirmesi sayesinde bu aptallığımın bağışlanmasını ummaktan başka çarem yoktu.

  sürdüğüm merhemle yarası gözle görülür bir şekilde kendini toparlarken babamın yüzündeki acıyla karışık rahatlama ifadesini izledim. bedenim alev içindeyken suya atladığımda hissettiklerimle bir benzerliği olduğunu düşünüyordum ve merhemin işe yaramasına da sevinmiştim. yine de birkaç kez daha kullanmamız gerekecek gibi görünüyordu. bu yüzden kalkıp mutfağa geri döndüm ve daha alternatif bir şey bulamadığım için küçük bir kahvaltılık kaseyle geri döndüm.

  "bana ayırmana gerek yok, kalanı shotaro'ya götüreyim."

  babamın sürüsünü düşünmediğini iddia edenler halt etmişti. her ne kadar shotaro'nun babamdan kat kat daha kötü bir hâlde olduğunu tahmin etsem de bir avuç merhemi babama ayırabilirdim, kalan shotaro'ya yetmezse tekrardan yapamayacak değildim sonuçta.

  "bir kısmını sana ayırayım, shotaro'ya yetmezse yarın tekrar yapabilirim."

  ufacık bir an bunun ormana geri dönüp yuta'yla konuşabilmeme yardımcı olacağı düşüncesine kapıldıysam da babamın kısılan gözleri bunun olmayacağının en net kanıtıydı.

  "tamam ama ormana yalnız gidemezsin, mark ve lucas'la birlikte hava kararmadan gidip dönersiniz."

  bizzat kendisinin geleceğini düşündüğüm için şaşırsam da üstünde durmadım. kaseye merhemden bir avuç kadar koyduktan sonra onu başımla onayladım. babam her ne yapıyorsa beni düşündüğü için yaptığını anlatan birkaç cümle kurarken de aynı uysallıkla başımı salladım. ardından mark ve ismini hatırlamadığım bir başka kurt geldiğinde babam leğendeki merhemi kucakladığı gibi shotaro'nun yanına gitmek için çıktı. beni duyamayacağı kadar uzaklaştığına emin olduktan sonra karşımda beni izleyen iki kişiye rağmen kendimi bıkkınlıkla kanepeye bıraktım ve ofladım. ormana gitmenin benim için güvenli olmadığını zaten öğrenmiştim ama nedense yuta'nın olduğu yerler güvenli gibi geliyordu, muhtemelen birçok yıldır av durumunda olan birinin tecrübesine saygımdan dolayı tehlikeli bir yerde olmayacağını ve beni de tehlikeli yerlere sürüklemeyeceğini düşünüyordum çünkü dediğine göre beni avlayacak kişiler onu da avlardı. bu düşünceyle gergince doğruldum. hadi beni büyücü olduğumu düşündükleri için avlamaya çalışıyorlardı, yuta'yı avlama sebepleri neydi?

  "sorun ne?"

  mark'ın sorusuyla irkildim. farkında olmadan çattığım kaşlarımı gevşettim ve rahat bir tavır sergilemeye çalıştım.

  "hiçbir şey."

  inanmadığını bilsem bile umursamadım. ikisi karşımdaki kanepede oturuyordu, mark ilgiyle öne doğru eğilmiş beni izlerken diğeri kulaklıklarını takmış ben hariç her yere bakıyordu. onu daha önce görmediğimi düşünüyordum ama emin de değildim. kollarını göğsünde bağlamış etrafı inceliyordu.

  "bana bebek bakıcılığı yapmaya geldiğinizi sanıyordum ama ölsem ruhu duymaz gibi." dedim başımla diğerini mark'a işaret ederken. mark derin bir iç çekip saçlarını karıştırdığı sırada diğeri kollarını çözdü.

gonna let it burn [yuwin]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin