'6

174 36 61
                                        


  gökyüzüm mavi değil turuncuydu ve kürkümdeki alevler sönmeye yüz tutmuş, sadece kor halinde parlıyordu artık. bacaklarım ağrımaya başlamasaydı ve içimdeki korku bedenime hakim olmasaydı gözüne far tutulmuş tavşan gibi koştuğum bu ormandaki güzelliklere hayran kalabilirdim. yanından geçtiğim her ağaçtan yükselen kuşlara, boy boy açmış ve kokularını etrafa melodi gibi yayan çiçeklere daha çok bakabilirdim. ama beni etkisine alan tek bir koku vardı şimdi. tamamen güdülerimle hareket ettiğim için sahip olduğumu bile bilmediğim bir yetenekle bana eskiyi çağrıştıran mayhoş bir kokunun izini sürüyordum.

  içimdeki mantıklı bir ses bana eve geri dönmemi ve babamın belki de alfa fetomonlarıyla ya da herhangi bir yöntemle tekrar insana dönmemi sağlayabileceğini söylüyordu ama sanki o ses o kadar kısıktı ki kendi soluklarım arasında kaybolup gidiyordu. korkumun sebebi eve geri dönememek ya da daha önce hiç girmediğim bir ormanda olmak değildi, öyle olsaydı koşmaya devam etmeyip olduğum yerde dururdum; önünde sonunda babam beni aramaya gelirdi. ama ben durmaktan ve ne olduğunun -ne olduğumun- farkına varmaktan korkuyordum. başımı sağa sola çevirdiğimde kor içindeki bedenimin bir kısmını göz ucuyla görmek bile dehşete düşmeme sebep olurken odaklanabileceğim tek şeye, o mayhoş kokuya odaklanmıştım. merak dehşetten daha rahat bir duyguydu.

  çıktığım yokuşun sonundaki küçük çalıların üzerinden atlarken kokuyu bir şekilde hatırlamaya çalışıyordum. çok tanıdık geldiği gibi çok da güzeldi. sanki bulduğumda ağzıma alsam daha önce hiç tatmadığım kadar güzel tat tomurcukları dilimin üzerinde binlerce kez patlayıp beni zevke boğacaktı.

  bu tabiri bir yerden hatırlıyordum. annem zehirli çiçekler için aynı şeyi söylerdi. zehirli çiçekler...

  tacca kokusuydu. çiçeği yalnızca bir kez görmüştüm, annem zehrinden bir çeşit iksir için kullanacaktı ve ben bu kadar güzel kokan bir şeyin nasıl o kadar iğrenç bir görüntüsü olduğunu anlayamamıştım. siyah ve akıllarda oluşan çiçek tabirinin naifliğie oldukça zıt, korkutucu bir şeydi. "korkutucu olduğunu düşünmen güzel, çoğu insan kokusunun büyüsüne kapılıp bunu göz ardı ederek zehirli olduğunu düşünmez bile." demişti annem. pekâlâ, şu an kokuya doğru koşuyor olmam benim de onlarla aynı hataya düştüğümü gösteriyordu.

  kokuya iyice yaklaşmışken yavaşlamaya başladım. zaten görüşüm oldukça karmaşıktı, ona çarpmak ya da fazla yaklaşmak istemiyordum. önümdeki ağaçların ilerisinden gelen şırıltıyı umursamayıp kokunun kaynağına doğru ilerlemek için sağa döndüğümde ağaçların arasında öylece dikilen birini görmeyi beklemiyordum.

  kapüşonu çenesi hariç tüm yüzünü örten uzun siyah pelerini yerdeki yapraklarla birleşmişti de kök salıyordu sanki. siyah taşlı birer yüzük taşıyan elleri önünde birleşmişti.

  üzerimde hissettiğim baskıya karşı boynumu dik tutmaya çabaladım ama çok zordu. tacca kokusu her yanımı sararken burnum yere değene kadar eğilmek zorunda kalmıştım. başıma bir ağrı saplanırken babamın alfa feromonlarının boyun eğdirme gibi bir özelliği olduğundan bahsettiğini hayal meyal hatırlıyordum. birazdan tüm vücudum yere yapışacak gibiydi ve bunu kılını bile kıpırdatmadan başarması sinirimi bozduğu için hırlamaya çalışsam da bu denemelerim küçük mırıltılarla son buluyordu.

  sonunda baskı hafiflediğinde iyice kısılmış ve sulanmış olan gözlerimi açabilmiştim. ellerini açıp başını kaldırdığına masmavi parlayan gözlerinde turuncu gözlerimin yansımasını görebiliyordum.

  "hadi seni söndürelim winwin."

  pelerinini savurmadan sakince arkasını dönüp yürümeye başladığında peşinden gitmemek gibi bir şansım yoktu. daha önce hiç görmediğim ama ismimi bilen bir kurda güvenmek aptallıktı ama bir şey -belki de tacca kokusunun o uzaklaştıkça uzaklaşması- beni onu takip etmeye itiyordu.

gonna let it burn [yuwin]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin