Selçuk, aylağı havalı bir biçimde öldürmüştü. Yollarına devam edip iyecek aramaya başladılar. Nereye bakacaklarını bilmiyordular ama etrafa bakınıp dururken bir market fark ettiler. Küçük bir kasaba olmasına rağmem market biraz büyüktü. Hemen markete girdiler. Önden Umut silahı ile gidiyordu. Selçuk ise arkadan bıçağı ile onu izliyordu. Etrafı iyice kolaçan etti ve marketin güvenli olduğundan emin olduğu zaman etrafı araştırmaya başladı.
Raflarda duran iyecekleren vardı. Umut onları eline aldı ama eline alması ile paramparça oluyorlardı. Raflardaki iyecekler çürüktü. Umut pes etmedi ve etrafı biraz daha araştırmaya devam etti. Umut'un gözlerine derin dondurucu takıldı ve ona doğru ilerlemeye başladı. Derin dondurucaya vardığında derin bir nefes aldı ve kapağı açıp iyecekleri kontrol etti. Eline derin dondurucuya soktuğunda bir ürperti hisseti ama bu ürperti normal bir ürpertiydi, soğuktan kaynaklanan bir ürperti.
Bu iyiye işaretti çünkü derin dondurucu hâlâ soğuktu. Bu derin dondurucunun kısa zaman önce çalışmayı durduğunu gösteriyordu. Uzun lafın kısası: iyecekler hâlâ taze ve çürümemiş olmalıydı. Umut derin dondurucudan bol miktarda et ürünü ve pek çok donmuş iyecek buldu. Bunlar uzun süre kendilerini idare ederdi. Umut derin dondurucuyu karıştırdığı sırada bir şey gördü, lahmacun. Donmuş lahmacunu aldı ve elindeki poşete kattı. En sevdiği iyecekti belkide lahmacun.
Selçuk'ta etrafı karıştırıyordu ve Umut'un yanına bir pompalı silah ve çanta ile geri döndü. Umut silahı görünce çok şaşırdı ve bir o kadar da tedirgin oldu ve merakla sordu, "o silahı nerden buldun?" Selçuk sakin bir şekilde cevap verdi, "şu ölü adamın yanındaydı ve birde şu çanta var. İçinde iki tabanca ve pek çok mermi var." Umut hemen kafasını Selçuk'un gösterdiği yöne çevirdi.
Bir adam yerde yatıyordu ve anlaşılana göre az önce ölmüş olmalıydı. Bu hiçte iyi değildi. Bu adamı öldüren insanlar burada olabilirdi ama neden bu insanlar adamın silahını almamıştı? Umut, adama daha da yaklaştı ve korkunç bir manzara ile karşılaştı...
Adam bir silah yüzünden ölmedi. Bir aylak yüzünden de ölmedi. Adamın cesedi param parçaydı. Sanki yabani bir hayvan onu parçalanmıştı. İç organlarını yemiş ve öylece onu bırakmıştı. Umut hemen yanına Selçuk'u çağırdı ve onun elindeki silahı aldı. Dikkatli bir şekilde etrafı incelemeye başladı. Bunu hiç anlamıyordu; bu marketin her yerini çok iyi kontrol ettiğini sanmıştı ama etmemişti. Elindeki pompalı silahı kavramış ve torbalarıda alarak çıkışa yönelmeye başlamıştı. Çıkışa kadar hiç bir engel ile karşılamadılar. Hızlı bir şekilde evin yolunu tuttular.
Umut tetikteydi, çok dikkatliydi. Eve vardıklarında hava kararmaya başlamıştı. Evin önünde nöbet tutan Mert onları görünce onların yanına gitti. Umut, Mert'i görünce onun konuşmasına izin vermeden eline silahı sıkıştırdı. Mert saşkın bir şekilde Umut'a bakıyordu. Umut, Mert'i daha fazla merakta bırakmayıp olanları açıkladı, "bak Mert! Buralarda gezinen bir yabani hayvan olabilir. Parçalanmış bir insan cesedi gördüm ve izlere bakılırsa bunlar aylakların dişlerine ait değil. Muhtemelen büyük bur kurtun dişleri ve pençelerine ait ya da büyük bir kedigiller ailesine ait bir canlı," dedi. Mert bunları duyunca oldukça şaşırdı ve Merak içinde soru sormaya başladı, "kedigiller mi? Burası afrika değil ki. Yada burada kurtun ne işi olur? Yanlış görmüşsündür," dedi telaşla.
Umut derin bir nefes alarak, "bak! Emin değilim. Belki burada bir hayvanat bahçesi vardır yâda... Emin değilim ama emin olduğum tek şey o pençlere ve dişler ya büyük bir kurta yada bir aslana, kaplana, leopara ait olabilir," dedi kendinden emin bir şekilde. Mert oldukça tedirgin olmuştu. Bunlardan hiç emin değildi ama yinede Umut'un söyledikleri onu korkutmuştu.
Umut ve Selçuk içeriye geçti. Mert ise içeriye geçerek nöbeti içerden tuttmaya başladı. Umut'un ellerinde ki poşetleri gören Zeynep ve Sude'den "uu..." sesleri çıkmaya başlamıştı. Zeynep hemen poşetleri aldı ve içlerini karıştırmaya başladı ve; "güzle, bugün doğru dürüst bir şeyler iyebileceğiz," dedi Zeynep ve Sude, beraber mutfağa girdiler. O sırada Selçuk eline bir tahta almış onu bıçağı ile kesip talaş haline getiriyordu. Bu komando bıçağı olduğu için körelmezdi ve bunu umursamayıp Sima'yı aramaya başladı. Hiçbir yerde bulamadı ama son kata çıktığında onu çatıda gördü.
Ona arkadan yaklaştı ve beli kollarının arasına aldı. Sima bunu hissetiğinde ona döndü ye yanağına bir öpücük kondurduktan sonra yeniden başını gök yüzüne çevirip yılzdızları izlemeye başladı. Henüz hava yeni kararıyordu ama yine de bazı yıldızlar görünüyordu. Etrafı başta bir sessizlik kapladı ve sessiz bir şekilde yıldızları izlemeye başladılar. Sessiliği bozan kişi Sima'ydı. "biliyor musun? Burada olmamın sebebi ailem. Onlar beni bulmuştu ve araba ile kaçmaya çalışıyorduk ama önümüze çıkan bir adam yüzünden kaza yaptık. Araba ters dönmüştü ama emniyet kemerleri sayesinde kurtulmuştuk ve arabadan çıkan ilk kişi bendim. Çarptığımız adam hâlâ yaşıyordu ve üstüme geliyordu. Sonradan anlamıştım ki bu bir insan değildi, sağlıklı bir insan değildi. Korkmuştum ve ne yapaçağımı bilmiyordum. Öyle bırakmıştım kendimi. Aylak bana ulaşmıştı ve benden bir parça koparacağı sırada bir silah sesi duydum. Silahı ateşliyen babamdı. Hemen babama koşup ona sarıldım. Kurtulduğumuzu sanmıştım ama silah sesi onlardan daha fazlasını çekmişti. Sanki yer yarılıyor ve içlerinden çıkıyorlardı. Babam, annemi de arabadan çıkardı ve koşmaya başladık. Babam bazen arkasına dönüyor ve aylakları vuruyordu. Onlardan çok daha hızlıydık ama onların yavaşlamıyorlardı, yorulmuyorlardı, nefesleri kesilmiyordu. Peşimizi bırakmadan koşuyorlardı. O sırada annemin ayağı bir şeye takıldı ve yere düştü. Babam geriye doğru dönerek onu kurtarmaya çalıştı ve benide itekleyerek koşmamı söyledi. Çok korkuyordum, hiçbir şey yapamıyordum. Sonrada koşmaya başladım ve bir süre sonra anne ve babamın seslerini duydum. Onların çığlıkları canımı çok yakmıştı. Kendimi yere attım ve gök yüzüne bakmaya başladım. Aylaklardan çok uzak değildim ama beni görmüyorlardı. Gözlerimi kapatıp ölüme teslim oldum. Ve birisinin beni tuttuğunu hissettim. Bunun bir aylak olduğunu düşündüm ama bir süre sonra beni kuçağına aldığını ve koştuğunu hissettim. Gözlerimi açtığımda Kerem'in yüzünü gördüm ve bizimle beraber koşan bir adam daha. İşte böyle kurtuldum... Kerem seni bir kaç kere telefondan aramıştı, sesini duyduğumda çok mutlu olmuştum. Anne ve babamın ölümünden sonra beni hiçbir şeyin beni mutlu edemiyeceğini düşünmüştüm. Şimdi de karşımdasın."
Umut bunları duyunca çok üzüldü ve gözleri yaşardı. Ağzından çıkan tek kelime, "üzgünüm..." demesi oldu. Sima ise ona baktı, gülümsedi ve, "üzülme, senin suçun değil ki..." dedi. Umut çatıya yaslandı ve Sima'da başını Umut'un ğöğüsüne yaslayarak öylece beklediler.
***
İkiside dalıp gitmişken, Sude'nin sesi ile arkalarına döndüler. "Hadi aşk kuşları! Yemeğiniz geldi," dedi Sude elindeki lahmacunları ve iki hazır ayranları uzatarak. Umut, Sude'nin uzattığı iyecekleri aldı. Bir ayranı Sima'ya uzattı ve poşete sarılmış halde duran lahmacunları açtı. Sima lahmacunları görünce şaşırdı ve, "vayy... Bunları nereden buldular?" dedi. Umut, "bir marketten bulduk," dedi. Lafı uzatmadan lahmacunları yemeye başladılar.
***
Ay ışığı altında lahmacunları iyorlar, ayranlarını içiyorlardı. Dolunay geceyi aydınlatıyordu, huzur veriyordu. Bu zamanın hep sürmesini istiyorlardı ama elbet geçip gideçekti bu da. Yemeğin sonlarına doğru, "ben sanırım bir rüyadayım," dedi Sima. Umut bunu duyunca başını öne eğerek ve üzgün bir şekilde konuştu, "her rüyanın bir uyanış ile biter elbette," dedi. Sima, Umut'a dönerek göz devirdi ve, "ama her kabusun da bir uyanışı vardır," dedi. Umut bunu duyunca gülümsedi ve başını sallayarak konuşmaya devam etti. "Ama öyle bir rüya vardır ki asla uyanmassın ve öyle bir kabus vardır ki asla sonuna varamazsın," Sima bunu duyduğu zaman sustu. Oldukça kafasını karıştıran bir sözdü ama yinede anlamıştı. Bir çığlık sesi ile ikiside irkildi ve Umut, "rüyadan uyanıyoruz..." dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SALGIN
Science FictionHiçbir kokunun bastıramayacağı, çürümüş cesetlerden yayılan nâhoş kokular hakim oluyordu etrafa... Hiçbir yağmurun seyreltemeyeceği kadar hatta damlalar düştükçe çoğalan kanlı göletler... Üstünde yürüyen çürümüş cesetler...