"Günaydın!"
David, her sabah olduğu gibi bu sabah da iki kolunda iki kese kağıdıyla dükkana girdi. Beyaz saçlarını alnından kabaca ittirip sağanak yağmurun çamur haline getirdiği sokağa park ettiği bisikletine kaçamak bir bakış attı ve kapıyı ardından ittirdi.
"Sarımsaklı ekmek bulunca sana da aldım, sevdiğini hatırlıyorum."
Sarsak adımlarla ilerleyip kese kağıtlarından birini bana uzattığında gülümsemeye çalıştım. Sabah rutinlerimizden biriydi. David, seksenlerinde değilmişçesine bisikletine atlar ve henüz fırın açılmadan kendine fransız ekmeği bana da bulduğu zaman sarımsaklı ekmek alırdı. Dönüşte bana uğrar, aldıysa ekmeğini verir almadıysa kitaplara göz atıp giderdi.
Hayatımdaki her şeyi bir bir kaybetmeye başladığım o lanet yıldan beri, doğrusu hayatımda aslında hiçbirini kazanmamış olduğum her şeyimi bir bir kaybetmeye başladığım o lanet yıldan beri her sabah bunu yapardı. Kasabadaki yaşlı nüfusun beni el birliğiyle büyüttüğünü ve çocukları haline getirdiğini söylemek yanlış olmazdı.
"Teşekkürler David."dedim, "Sana kahve getirmemi ister misin?"
Mavi gözleri kocaman bir gülümsemeyle kısılırken başını hızla iki yana salladı. "Ah, hayır, hayır!"dedi, "Sen işine bak lütfen, ben biraz bakınıp gideceğim."
David, hayattaki en büyük keyfi dükkanımızda çoğunluğunu zaten okumuş bulunduğu kitaplara göz atmak olan insanlardandı. Kitaplardan rastgele birer sayfa açar, bir sonraki repliği tahmin edebilirse sevinirdi.
Usulca başımı sallayıp onu kitaplarla, kendimi de düşüncelerimle başbaşa bırakmak adına sandalyeme oturdum. Üzerinden henüz birkaç saat geçmiş olan bir karşılaşmanın sarsıcı etkisiyle oturuyor, yapmam gerekenleri yapmıyor, yalnızca bakınıyordum.
Bu yüzden önümdeki açık kolilere ve sipariş listesine bakarken kahvemden bir yudum daha aldım ve yapmakta olduğum işi sürdürdüm.
"Luke nasıl?"
David, elinde Kazancakis'in Zorba kitabını tutarken konuştuğunda omuz silktim. "Bildiğin gibi."
O en sevdiği kitaplardan biriydi.
"Luke'u artık pek de bildiğimi sanmıyorum."dedi, gözlerini kitabın sayfalarından ayırmadan dikkatle incelerken.
Kese kağıdındaki ekmeğin kenarını koparıp ağzıma atarken yeniden başımı salladım. Luke, artık kimsenin bildiği gibi değildi. Kendisinin bile.
"Ne güzel bir çocuktu, hatırlıyorsun değil mi?"dedi, yüzünde aklında eski güzel anıların yorgunluğu olan yaşlıların ifadesiyle. "Herkes ona hayrandı."
Bilmez miyim, diye düşündüm.
Şuanki haline, yürüyen bir hayal kırıklığına dönüşmesine kimsenin ihtimal veremeyeceği kadar güzel bir çocuktu o. Ailemizin tüm imkanlarını kullanmaya değer gördüğü, bize gurur vereceğine inandığı, neşeli ve akıllı bir çocuk.
Şimdiki halimize nasıl geldiğimizi düşününce, ürpererek dişlerimi sıktım. Tüm bu anıların içerisinde, bir yıl, bir tarih öyle belirgindi ki.
İsa'nın doğumundan sonraki 2013. yıl hayatım için tam bir fiyaskoydu. Bugün yeniden yüzüme bir tokat gibi çarpan Michael Clifford gerçeğinin hayatıma girdiği, üniversiteye gitmeye karar verdiğim ve ailemi en az abim kadar okumayı hakettiğime ikna edebildiğim için Stanford Üniversitesi Edebiyat bölümüne kabul edildiğim ve üniversiteye gitmeme iki hafta kala anne ve babamı aynı anda bir trafik kazasında kaybettiğim yıldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
If We Fall Again / Clifford
FanfictionEğer sana yeniden güvenirsem, bu kez kaçıp saklanmayacağından emin olmalıyım. Eğer yeniden düşersek, bu kez beni tutacağından emin olmalıyım. Eğer yeniden seversek, bu kez beni ondan daha fazla seveceğinden emin olmalıyım.