2.BÖLÜM
''Arayış''
Ayşe'nin Ali'sine ithafen.
Ayşe'siz kalmış Ali'ye... Ayşe'ye değil.
Umarım mutlusundur, Ali Abi. Her şey gönlünce olsun.
Kelimelerimi, güzel cümlelerinin arasına döşemeye korktuğumu ve kıyamadığımı belirterek...
Her neredeysen...
Ölümün rengi...
Ölüm her zaman insanın aklına gelen bir şey aslında ama ölümün rengi ne olabilir ki?
Dün gece adını bilmediğim kız tarafından, neden sorulduğunu, neden cevap aradığımı bilmediğim soru bu.
Neden cevabı bulmak için telaşlanıyorum ki, kim bilir bir daha ne zaman göreceğim onu?
Görecek miyim?
Sanırım, görmeliyim...
Dün gece, iki saat boyunca izlediğim o güzel kız, bu soruyu sorup aklımı karıştırdıktan sonra öylece gitti. Soruyu tekrar etmedi, cevap istediğine dair tek kelime söylemedi... Gece boyunca kesik uykularımla gelen yarım yamalak rüyalarım bana, o kız ise rüyalarıma eşlik etti. Her rüyam yarımdı ama soru hep soruluyordu. Düşünmeme vakit tanınmadan o gidiyor ve rüyam son buluyordu.
Hala düşündüğüm soruya doğru düzgün bir cevap bulamamıştım. Ölümün rengi var mıydı ki? Varsa bile, derdimize ne oluyordu da böyle saçma şeylerin peşine düşüyorduk? Rahat mı batıyordu da böyle düşünceleri kanıtlama isteğiyle beynimizi yoruyorduk?
Kimi kandırıyordum? Pek ala bunun hakkında düşünmeyebilirdim, fakat vicdanım ve merakım bu isteğimin önüne aşılmaz setler koyuyorlardı. Ölümün rengini bulmak istiyordum. Hayatım boyunca onca renk ile savaşmışken, ölümün rengini bulmak neden imkansız olsundu ki? Evet, vardı. Yaşamın renkleri varsa, ölümün de en az bir rengi vardı ve onu bulacaktım.
Hala yattığım yataktan hışımla kalktım, boş boş duramazdım. Tüm renklerin arasında kaybolmak üzere olan ve içlerinden onu çekip çıkarmamı bekleyen bir ''Ölümün Rengi'' vardı. Ben de yollara düştüm, diğer renkler onun üzerini örtmeden. Buz gibi olan şubat ayında İstanbul caddelerinde ölümün rengini arayacaktım. Ama yaklaşık yarım saat gezindikten sonra bu çabamın boşuna olduğunu düşündüm, her yer karla kaplı, beyazdı. Beyaz masumdu, temizdi. Kimi zaman yeni doğmuş bir bebeği, minicik, günahsız bir çocuğu acımadan alan ölüme bu renk yakışmazdı. Beyaz ölümün rengi olamazdı ve aksilik gibi şubatın ortasında başka bir renk de yoktu koskoca İstanbul'da... Gerçi İstanbul'un beyazı pek de saf sayılmazdı, her yer çamurlaşmış kar yüzünden beyazlığını kaybedip siyaha çalarken...
Siyah!
Telaşla arabaların altında ezilen kara baktım, saflığının gidip yerine kirlenmişliğin geldiği kar, aynen bir bebeğin tüm günahsızlığıyla doğup yeryüzüne gelişine ve günahlara karışıp ölümüne benziyordu. Ölümün rengi siyah olmalıydı. Zaten ölen biri de gözlerini tüm dünyaya sonsuza kadar kapardı, siyahtan başka bir şey ölüme yakışamazdı. Cevap kesinlikle siyahtı.
Sanıyorum ki kalbim şimdiye kadar hiç böylesine çarpmamıştı! Kalbimin göğüs kafesime çarpışını hissedebiliyor ve kulaklarımda sesini duyabiliyordum. O heyecanla eve gidemedim, koşa koşa hastane bahçesine gittim sadece. Ne kadar koşmuş, kaç kilometre yol kat etmiştim? Bilmiyordum, dün geceki banka oturduğumda her şey aklımdan silinmişti. Soruya, cevabıma ve ona odaklanmıştım.