Gelecek acıyı karşısında görmek mi, yoksa nereden gelip de vuracağını kestiremediği acıyı beklemek miydi insanı en çok korkutan?
Cevap ne olursa olsun, ben kesinlikle hayatımdaki en büyük korkuyu yaşıyordum. İlk önce güpegündüz, tüm açıklığıyla Hila'nın sesinden darbenin geleceğini duymuştum, biliyordum. Fakat ne zaman darbeyi yiyeceğim hakkında hiçbir bilgim yoktu.
Korkuyordum ama buna tezat olarak hiçbir şey yapmıyor ve zamanımın su gibi akıp gitmesine izin veriyor, önüne bir engel koymuyordum.
Bekliyordum. En nefret ettiğim şeydi bu ve şimdi ona muhtaç yaşıyordum. Acizin tekiydim, her yaşadığını kadere bağlayıp hiçbir şey için uğraşmayan aptal insanlardan biri haline gelmiştim. Her şeye olabildiğince mantıkla yaklaşan ben, düşünmeyi unutmuştum. Kalbim beni yönlendirmeye çalışıyor, zorluyor, ellerimden tutup yattığım yerden kaldırmak için uğraşıyordu ve ben direndikçe güçsüz düşüyor, bir kenara geçip umutsuzluğumu izliyor ve bana acıyor olmalıydı.
İnsanın canını uçurum kenarlarına sürükleyen, taşları denizlere atarcasına ömrünü gün gün sulara salan birileri olurdu. Kimisi önünden gider, ellerinden tutar götürür, kimisi de sırtından iter, yükseklik korkun olduğunu bile bile gözlerini açar, baktırırdı can parçaları dolu engin denizlere. İnsan o korkuyla ne itiraz edip geri dönebilirdi, ne de bir cesaret kendini sürükleyen kişiyi önüne alıp hesabını sorabilirdi.
Ben, uçurumun kenarındaydım. Yanımda bir tek Hila vardı ama o, beni sürükleyen kişi değildi. Çünkü o, çoktan benim bir adım ötemde, kollarını ufuk çizgisinin bir parçası gibi açmış, düşmeyi bekliyordu.
Sanırım, Hila uçurum kenarına doğru gelirken, onun soğuk ellerinden tutup beraber gelmeyi seçen bendim ve yine ben, o elleri ısıttıktan sonra bırakmış ve tekrar üşümeye mahkum etmiştim. Bencillik miydi, aptallık mıydı, vefasızlık mıydı?
Verilecek hiçbir cevap yoktu, bu ışıksız yolda bir fener arayarak gelmeyi seçen bendim ve şimdi de gördüğüm tek ışığın Ay'a ait olduğunu farkettiğimde geriye doğru dönüyordum.
Ben ne kadar ışığa ulaşmak için ilerlersem, ışık benden o kadar uzaklaşacaktı.
Tüm bunların farkına vardığımda hissettiğim pişmanlığın acı tadı hala damağımda etkisini ilk anki gibi gösteriyordu. Yanlış yapmıştım.
Ay'a ulaşmaya çalıştıkça o uzaklaşacaktı, evet ama bu yol, içine fenerlerin konulduğu yalanlarıyla dolu bir labirenti. Ay tek ışık kaynağımken, geri dönsem de yönümü bulamayacaktım, çoktan yolu yarılamıştım ve arkamda kalan yollar, zifiri karanlıktı.
Bir ay olmuştu, tam tamına bir ay.
Anlatamadıklarını gün yüzüne çıkaran yüzünü görmeyeli, söyleyemediğim sözcüklerin her birini yüreğime bahşeden yorgun, nadiren heyecanlı sesini duymayalı, hayatta olduğundan haberim olmayalı bir ay olmuştu.
Bir ay boyunca, bize tanınan zamanı umarsızca düşüncelerime ve uykularıma harcamıştım. Her geçen saniyede bir mahkumun hapisten çıkmak için duvarda tuttuğu çetele gibi ömrümüze bir çizik atılıyordu. Ve ben hala burada düşünmekle zamanı kısıtlıyordum, biliyordum yine pişman olacaktım ama bir kere o duyguyu, damağında bıraktığı acılığı tattın mı, her zaman hissetmeye mahkum oluyordun.
Ben, hep bekliyordum. Öylesine anlamsız, telaşsız, yokmuş gibi bekliyordum.
Ben, hep geç kalıyordum. Geçmek bilmediğini sandığım zamanın sınırları içerisinde hapsolmuş bekleyişlerimin acı dolu sonucuydu bu. Bütün geç kalmış kelimelerimin altına kendi kanımdan sürüyor, geç kalıp göremediğim, gidemediğim her yeri yakıp, yıkıp kül ediyordu.