Ben, Hila'nın ezgisini işitmeden önce, bütün notalara cahildim.
İlk defa duydu o gece benim kulaklarım, gözlerim ilk defa gördü gökyüzünün güzelliğini. Ben ilk defa, o an bir aynaya baksaydım, kendimi görebildiğime sevinecektim. İlk defa bir portreye konu olurken değil, yaşarken gülecektim.
Ruhum onun rayihasını ilk hissettiğinde, çoktan ait olduğu yeri bilmişti. Çünkü o ruh, daha bu dünyaya doğmadan berzahta bana gösterilmişti. Benim ruhumun izleri, çoktan onun ruhundaydı; parmak izlerim bedeninde olmasa da olurdu. Alnımdaki harita, bu dünyada ona çıkmasa da olurdu; benim ellerim, onun avuçlarına çoktan dokunmuştu.
Yürüyorduk. Tüm şehre izlerimizi bırakıyor, anılarımızı renkli çaputlara anlatıp şehrin dört bir yanına asıyorduk.
Kendimizi bu şehre bağlamamız imkansızdı, biz de şehri kendimize bağlıyorduk. Nefesimiz olmasa da biz, her daim bu dünyada bir çaput olsa da umutlarımız, yaşayacaktık. Ağaçlarda yaşayacaktık, rüzgar estikçe "Umut var!" dercesine salınacaktık. Rüya kapanlarına bağlanan umutta, bir bebek yakasındaki nazar boncuğunda yaşayacaktık. Köprüye asılan bir kilitte yaşayacaktık. Birbirlerine el açanlardan öte, duaya el açanların nefeslerinde yaşayacaktık.
Çünkü biz, artık bilmek istediklerimizi biliyor, duymak istediklerimizi duyuyor ve dilek dileyebiliyorduk.
Ama korkuyorduk.
Umudun varlığı bile korkularımızı yenmemizi sağlayamıyordu. Umudun geçmediği tek bir yer vardı ve biz o yoldan geçmek bir yana dursun, o yola bakmaya bile cesaret edemiyor, adını dahi anamıyorduk. O yola giden tüm yönlere küsmüştük. Korku damarlarımızdaki kana karışmış çağlarken, biz bu hayatta en çok tutsak olduğumuz şeyden korkuyorduk. Sonu bildiğimiz halde korkmamız çok saçmayken, biz gece gündüz saçmalıyorduk.
Ölüm her kapıya çıkacaktı, bizse kaçabildiğimiz yere kadar kaçmayı kâr sayıyorduk. Her şey daha güzel olacaktı gidilecek yerde, renkler çok daha parlak, insanlar iyi olacaktı. Tüm her şeyin sureti en güzele bürünecekti fakat Hila nasıl daha güzel olabilirdi, aklım almıyordu.
Ben, gönlüm Hila'yı bilmeden önce aşkı bir serap sanırdım.
Nasıl bir serap göze çöl sıcağında en muhtaç olduğu şeyi, suyu sunuyorsa, umudu yerleştiriyorsa insanın hayallerine, ben de aşkı yüreğin en muhtaç olduğu anda en güzel şeyi görme ihtiyacı sanırdım. Kimsenin güzel olduğundan değil, insanın güzel görmeye ihtiyacı olduğundan kalbin bir yanılsamaya tutulması sanırdım.
Ama hiçbir yanılsama, bu ateş kadar yakamazmış insanın canını; hiç bir tebessüm eğer gerçek olmasaydı, yüreğe yansıyamazdı, anladım.
Hila'nın nasıl bu kadar güzel olduğuna şaştım kaldım.
Hila'ya bağlandım, hayran kaldım.
İlk vurulduğum, gördüğüm sureti de olsa sevdiğimin, ben Hila'nın ötesindeki Hila'yı gördüm. İşte ondandır ki, Hila'nın nasıl daha güzel olabileceğine bir türlü ermedi aklım.
Birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca hep düşündüm ve en nihayetinde anladım. Hila, bir ışıktı. O olmasa yolumu göremeyeceğim, doğru yöne asla gidemeyeceğim bir ışıktı. Güneşten yüce, aydan sabırlı bir saf ışıktı ve ölümün rengi, o ışığın tayfında saklıydı.
Ölümün rengini Hila'dan öğrenmek yeterince kötüydü. Yaşamın tüm renklerini onunla beraber ruhuma katmayı istediğim bir insandan ölümün rengini öğrenmek, nasıl acıtmazdı ki canımı...
Fakat eğer ölümün rengini Hila'dan öğrenmekten daha kötü bir şey varsa, o da ölümün rengini Hila'da öğrenmekti. Ve ben, Hila'nın ötesindeki Hila'yı gördüğümden beri, ölümün rengini biliyordum. O ışığın kırıkları, vücuduma her renkten kesikler atmıştı. Her bir kesikten, anılarımın renginde bir yaşam sıvısı akmıştı.
Tüm ruhum, minicik bir boşluk dahi kalmayana kadar bu renklerle boyandığında, vuslat zamanı gelecekti. Ve ben, rengarenk ve sonsuz bir hayatta, Hila'yla sonsuzluğu tadacak, sonsuzluğu yaşayacaktım. Ondandır ki ömrümü bitirecek olan renkleri seviyordum ve yepyeni bir ömre kucak açıyordum.
Gün geçtikçe daha da yorulan ruhumuza inat, her gün daha fazla canlanıyor, daha fazla yaşıyorduk Hila'yla. Hiç dillendirmesek de sonu, ikimizin aklından da bir saniye dahi ayrılmadığını biliyordum bu düşüncenin. Fakat rengarenk bir sonsuzluğun yanında, bencil bir siyaha bürünmüş sonun lafı dahi yapılmazdı.
Bu yaşımıza dek yaşayamadığımız kadar yaşamıştık. Geçmiş zamanlarımızın ve gelecek günlerimizin yerine de anılar biriktirmiş, yaşanmışlıklarımızı ömrümüzün her bir köşesine dağıtmıştık.
Bir ömrü, birkaç aya sığdırmıştık. Mecbur kalınca, başka çaren olmayınca bir gün yirmi beş saat oluyordu, birkaç ay ömür oluyordu, ebedi şeylere inanç artıyordu. Çünkü güzel bir şeylere inancımız olmasa, mesela günün her gün ayacağına, kalbimizin ayan her günde atacağına, yaşamak ve ölmek arasında gidip gelmek olduğundan daha zor bir hale geliyordu.
"Ne düşünüyorsun?" dedi Hila, bardaklara çayı koyarken. Her şeyi öğrendiğim, kendimi kaybettiğim, Hila'yı bırakıp gittiğim o mutfaktaki yuvarlak masanın başındaydım yine. Yine düşünceler sarmıştı aklımı ve yine, Hila uzatıyordu elini. Gel, diyordu. Gel ve benimle ol, az kaldı.
Bunun düşüncesiyle, uyumak bile öylesine gereksiz bir eylem oluyordu ki... Her anımı Hila'yla geçirmeliydim, hep onunla olmalıydım ki, o yanımda olmadığında, biriktirdiğim anılarla yetinebileyim. Eğer yetinmeyi bilemezsem, ben de daha fazla burada duramaz, ardından giderdim.
Çayları masaya koydu. "Masa başı toplantısı" dedi cıvıltılı sesiyle. Ah Hila, yüzündeki derin acıyı ancak ben görebiliyordum, sesindeki o çaresiz tınıyı belki sakladığını sanıyordun ama, ben duyabiliyordum.
"Hadi, yapalım şu işi. Sabahtan beri o kadar tekrar ettin ki söyleyeceklerini merak etmek zorunda kaldım." Bugüne kadar hangi güne uyandıysak, hep dolu dolu, hakkını vererek yaşadık. Yaşadığımız yılların telafisini yapamazdık fakat, yaşayamayacağımız yıllar için de yaşadık. Her nefesimizi bir sonraki gün için de aldık. Her gülüşümüze dünün hüznünü ve yarının neşesini kattık. Ben, ilk defa yaşadığımı hissettim; Hila ise ilk defa ölmediğini... Öylesine hızlı ve mutlu soluklar çektik ki içimize, o kadar kahkahalarımız birbirine dolandı ki, Hila'ya "Gülüşlerime hüzün katmadın, ömrüme ölüm katmadın!" dedim, "Rahat ol, rahat uyu."
Gözlerindeki hüznü aydınlatmaya yetmeyecek kadar bir ışık vardı gözlerinde. Yaptığı keki biraz daha önüme itti, "Hadi, yesene."
Çatalımla böldüğüm büyük bir dilimi ağzıma attığımda, fırından yeni çıkmış olan çikolatalı kekin leziz tadı ve tatlı ılıklığı ağzımda dağıldı. Kekin ardından çayımdan da bir yudum aldığımda, Hila da bir yudum çay aldı ve tezgaha uzandı. Önüme bir A4 kağıdı koydu.
"İşte, masa başı toplantısının başrolü, anlaşmamız!"