13. BÖLÜM
''Yaşamadan Ölmek''
Bir darağacına çıksa da yolun sonu, her daim umudu arayanlara ithafen
Gözyaşlarını, kalp sızılarını, nefesi, sesi, sükûtu bize veren bir kuvvet vardı. Yaşamı ve ölümü salise şaşmadan sağlayan, can veren ve can alan bir güç vardı. Ve ne olursa olsun, o kuvvetten sual olunmazdı.
Buydu işte bizi yaşamaya devam ettiren düşünce. Yaşadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı bir sebebe bağlamak, bir amaca bağlanmak arzusu aldırırdı bize nefesi. Kaybettiklerimizle kavuşacağımız, özlemleri vuslata çevireceğimiz günün beklentisiydi bizi ayakta tutan.
''Ya yoksa?'' olasılığı çoğu zaman aklımıza bile gelmezdi, geldiğinde derhal geri gönderirdik o uğursuz düşünceyi. Çünkü bu düşüncenin gerçek olması ihtimali, tüm yaşam sebeplerimizi, sevinçlerimizi, hevesli nefeslerimizi söküp almaya yeterdi.
Biliyordum, Tanrı vardı. Olmasaydı nasıl başıma gelen bunca şeye böylesine bir sabırla kafa tutabilirdim, iyiyi beklemeye mecali nereden bulabilirdim? Yıkılmaz mıydı bu aciz beden, derde derman veren olmasa, dermana gösterilen sabır verilmese?
Ne güzel demişti Mevlana,
''Derdimi seviyorum, biliyorum ki derdimi veren de beni seviyor.
Seven, sevdiğinin nazını ölçüyor. Sevilen çekmesin de neylesin''
Derdim bir kuşsa, kanat olurdum, derdim gülse, bülbül olurdum, derdim Hila'ysa, yoldaş olurdum, şiirdaş olurdum, âşıktaş olurdum...
Derdimi verene kul olurdum, köle olurdum, kurban olurdum.
Yeter ki unutmasındı beni bunca insan arasında. Üzülmeseydim şimdi, burada; sonsuzlukta, sonsuz kere, bucaksız bir acıyla bükülecekti belim, kalacaktım öylece ruhumla.
Yaşayacağım tüm acıları burada yaşayıp, sonsuzluğa ancak bu dünyada yaşamadan biriktirdiğim mutluluklarımla gitmek istiyordum, kendi biriktirdiğim mutlulukları, Hila'yla paylaşmak istiyordum. Fakat Hila'ya karşı gösterdiğim bu cömertliği, beni bırakıp gideceği zaman asla gösteremezdim. Gitmesini istemezdim, gönderemezdim. Husus bu yönde değişince, epey bencildim.
Hila, beni inandırmıştı.
Yaşamaya inandım, umudun varlığına inandım, ölüme inandım, öldükten sonra yeni bir hayat yaşayacağım masalına inandım, Tanrı'ya inandım. Tanrı, bana Hila'yı bir armağan olarak gönderdiyse, alırdım. Geri çevirmek haddime değildi. İster dert olsun, ister boydan boya acı... Hila, bana Tanrı'nın armağanıydı. Tanrı'nın beni unutmadığına dair ilk işaret, varlığına dair ilk kanıttı. Ve ben böylesine uçurumun kenarındayken, tutunacak tek dalımdı. Yapabileceğim, inanabileceğim yegane şey buydu. Artık kimden ne isteyeceğimi biliyordum.
Tanrı'dan, Hila'nın yaşamasını diliyordum.
Yaşayamaz mıydı? Öyleyse Tanrı'dan bir dileğim daha vardı.
Onun nefesinin olmadığı yerde, benim tenimi bırakmasın, onun adının geçmediği yere benim ismimi yazmasındı.
Çok mu şey istiyordum? Bilmiyordum, ben, hayatımda ilk kez dua ediyordum. Neyi, ne kadar, nasıl isteyecektim?
Annem gittiğinde, gitmemesini dilememiştim, babam gitmek istediğinde ''Gitme,'' diyememiştim. İkisi de gitmek istemişlerdi, sonra gitmişlerdi. Ben de onlar gittiğinden beri ne gidebilmiş, ne kalabilmiştim; ne doğabilmiş, ne ölebilmiştim.