Konuşmak, insandaki kim bilir kaç zamandır toprak altında gömülü olan duyguları ete kemiğe büründürür, ruhunu baştan kazandırır. O yüzden olmalı ki, kimi zaman acı kuyusunun dibine gönderir insanı, kimi zaman da yüzünü aydınlatır.
Şuan onda gördüğüm, tam olarak buydu.
Bir söylediğiyle gözleri doluyor ve ona bakan gözlerimi sırılsıklam ediyor, bir diğer söylediğiyle gülümsüyor ve onun gülümsemesi benim gözlerime ulaşıyordu.
Bu yolda öğrendiğim şeylerden biri de, Hila'nın sınırlarının çelik ve aşılmaz duvarlar yerine, açılmayı bekleyen kilitli kapılardan oluştuğuydu. Başta gördüğüm "Gizemli Kız." Hallerinden sıyrılmıştı. Daha doğrusu ona bu sıfatı veren ve onu görmek istediğim hale bürüyen bendim ve şimdi de onun farklı yönlerini gördükçe, onun için ettiğim tahminleri kendim yüceltiyor ve yine kendim çürütüyordum.
O, sadece kilitli kapıya sırtını yaslamış, çıt çıkarmadan birilerinin ona ulaşabilmesini bekliyordu.
Lacivert gece, serildiği yatakta bir tarafına maviyi, diğer tarafına moru almış, gittikçe sarmalıyordu. Sevgiyle, tutkuyla, hırsla...
Her sevişinde yok edeceğini bilerek...
Acımıyordu. Belki de acıyordu... Ama zorunluydu ya her gece insanın tepesine çökmeye, belki de düşüncelerinin yorgunluğuyla bakamıyordu bile iki tarafına, sevdiğini göremiyordu.
Hangisini seviyordu?
Belki de bakmak istemiyordu sonlarını getireceğini bildiğinden. Görmemezlikten gelip, kendi içinin savaşını görmelerini istemiyordu.
Ya da mavi de, mor da aynıydı... Aynı mıydı?
Değildi.
Lacivert, ikisine de tutulmuştu. Ve birisi başlangıcı, birisi sonuydu.
Peki ya lacivert, kimdi?
Birden bire "Laciverti sever misin?" Sorusu çıktı dudaklarımın arasından. Sorduğum sorunun saçmalığından içten içe yakınırken kendime, o şefkatli bir gülümsemeyi bahşetti bana, gözlerine ulaşamayan. "Yani pardon. Geceleri sever misin diyecektim." Diye düzeltmesini de yaptım. E tabi, düzeltmeden olmazdı.
"Geceden korkarım." Dedi. "Laciverti de pek sevmem. Ama ne hikmetse, gündüzleri hiç kendimle baş başa kalacak vaktim olmadı. O yüzden ne kadar korksam da geceden, hep ay ışığına sığınıp biraz sohbet ederim ruhumla. Ay sıkılıp da kendini bulutların arkasına saklayınca, küserim birkaç gün ona. Gitmem yanına, yatar uyurum." Nefes alıp devam etti. "Kusura bakma. Pek konuşmam aslında ama bu gece biraz konuşmalıyım sanırım, korkularımı içimden atmak için. Ay, ortalıkta görünmüyor da."
"Korkma. Ay gelmezse bile, ben hep geleceğim avuçlarımdaki en parlak mumla. Anlat o yüzden, tüm düşündüklerini."
"Düşündüklerim bana özgü olmasaydı, Tanrı zihnimi kilitli bir mücevher kutusuymuşçasına yaratmazdı. Bırak kalsınlar benimle. En büyük zenginliğim kutunun içindekilerdir belki de."
Her kelimesiyle beni farklı alemlere gönderen kadın, yine yapmıştı yapacağını. Tam özenle hazırladığım yeni kelimelerimi ona sunacaktım ki, ellerime birkaç küçük su damlası değdiğini hissettim. Daha sonra da yüzüme... Gittikçe hızlanan yağmur, kısa sürelik de olsa beslemişti düştüğü yerlerin her bir köşesini.
O sırada titrek bir ses ulaştı kulaklarıma, "Gitmek istiyorum." Diyordu. Sesi gibi, kendi de titriyordu. "Gidelim mi?" Diye sordu tekrardan. Sanki, alıp götürmemi bekliyordu. Toprak kokusunu içime çektim, ona baktığımda, yüzünü buuşturduğunu gördüm. "Toprak kokusunu sevmez misin?" Diye sordum. "Toprak kokusundan nefret ederim." Diye cevapladı biz geldiğimiz engebeli yollardan geri dönmeye çalışırken. Yağan yağmur yüzünden toprak ziyadesiyle ıslanmış, çamur haline gelmişti. "Neden sevmiyorsun?" Diye sorduğumda, "Sen neden seviyorsun?" Karşılığını verdi. Anlatırdım, canıma minnetti.
"Toprak sevdiklerine yuva olduğunda, onların kokusunun son zerrelerini de barındırır. Her yağmur tanesi, insanoğlunun sevdikleri için akıttığı gözyaşlarıdır ve bu çağrı sevdiklerine ulaştığında, seni kendi kokularıyla mükafatlandırırlar. Anlayacağın, fosiller dolu toprağın kokusunu değil, içime çekmeye hasret kaldığım sevdiklerimin kokusunu seviyorum."
"Toprak sevdiklerini alıyor ve kokusunu ayda, yılda bir seninle buluşturuyor. Neden seveyim ki?"
"Sevdiklerini yanına alan toprak değil, Tanrı."
"O zaman, Tanrı'yı mı sevmemeliyim?"
"Ölüm, kötü bir şey değil Hila. Bunu ben de yeni öğrendim. Ölüm sevdiklerini sonsuza dek alıyor ama her şeyiyle daha mükemmel bir sonsuz hayat veriyor. Bir gün öleceksem, ölümün rengini bulduktan hemen sonra ölmeyi isterim."
Çamurlu yollarla verdiğimiz kısa mücadeleden sonra, sonunda arabaya ulaşmıştık. Geldiğimiz yollardan geri dönerken, Hila'nın ölümden neden bu kadar nefret ettiğini düşünüyordum. Ben de sevmezdim ölümü ama annemi yıllar sonra bana gösterdiği için, bana yerini en sonunda bildirdiği için, babamın acılarını dindirdiği için, senelerce kilitli kalan dilini en sonunda çözdüğü için seviyordum artık. Hem nasıl sevmezdim ki, ölüm, aynı zamanda Hila'yı bana getiren yegane şeydi.
Kısa süreli yolculuğumuzun sonuna doğru yaklaştığımızda, "Nerede yaşıyorsun?" Sorusunu sordum. "Hastaneye gideceğim." Cevabını verirken, oldukça dalgın görünüyordu.
"Her gece hastanede mi kalıyorsun?"
"Hayır, bugün gitmem gerekiyor."
"Annen..." Diye başladığım cümleye devam edemeden, "Evet, annemle kalıyorum." Cevabını verdi. Kısa süre içerisinde hastaneye ulaştığımızda ise, gözlerini sabitlediği noktadan ayırarak kapıyı açıp, çıktı."Her şey için çok teşekkür ederim." Sözüne "Önemli değil." Diyerek cevap verdim, bana, bunun için teşekkür etmesine gerek yoktu.
"Önemli." Dedi gitmeye hazırlanırken, "Bana ölümün rengini gösterdin, korkularımı dindirmeye çalıştın, beni hayal kırıklıklarımın, üzüntülerimin, hayatla yaptığım savaş sonucunda çıkan tüm yıkılmışlıklarımın arasından çekip çıkardın."
"Seni çıkardım, ama benim gözlerimi kapattığım, düşüncelerimin arasında sıkıştığım toz bulutunu beni bulduğunda, sen dağıttın. Yani, sen de beni kurtardın."
"O zaman, ödeştik?" Dedi sorarcasına.
"Ölümün rengini bulduğumuzda, birbirimiz uğruna yaptığımız tüm şeyleri eşitlemiş olacağız."Bu sefer, dudaklarını kıpırdatacak hali yok gibiydi, minik bir kıvrılmayla yeni gülümsemesini armağan ederken bana, gözlerindeki ışıltıyı gördüm. İşte bu, onun en güzel ve en büyük gülümsemesiydi.
O gitmeden önce, son kez "Yarın bankta bekliyor olacağım." Dedim. O sırada kapıyı kapattığından, sözlerimin tam olarak anlaşıldığına emin olamadım. Arkasından bakıp bahçeye girmesini beklerken, "Beklediğin sürece orada olacağım." Cümlesi kulaklarıma ulaştı. Artık, ben de gülümseyebilir ve ilk defa kendimi uyuduğumun bilincinde rüyalarıma teslim edebilirdim.
Ettim de.
Tekrar tekrar o anları gördüm rüyalarımda. Bu sefer konuşmuyorduk. O, mor çiçeklerin süslediği toprağa yatmış, gülümsüyordu. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Teninin rengiyle mükemmel bir uyum sağlamış, sanki onun için tasarlanmıştı. Sarı saçları dalgalı ve açıktı, her bir buklesi ayrı bir yere ahenkle, birbirine karışmadan yayılmıştı.
Ona yaklaşmak istedim, dokunmak istedim, güzelliğini en ince ayrıntısına kadar görebilmek, teninin sıcağını hissedebilmek, kokusunu içime hapsedebilmek istedim.
Tam yaklaşacağım sırada, kayboldu.
Gülümseyerek, gitti.
Ve ben, o uçurumda tek başıma kaldım. Hissettiğim tek şey gittikçe hoyratlaşarak esen rüzgarın tenimde bıraktığı acı ve içime çöken ağırlıktı.
^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^
Öncelikle, bu kadar fazla beklettiğim için çok özür diliyorum.
Yine kısa bir bölüm oldu, fakat bir sonraki bölümü kısa süre içerisinde ve uzunca yazmaya özen göstereceğim.
**Multimedia daha sonra eklenecektir.**
Lütfen, eleştirin. Gerekirse acımasız olun ama hatalarımı belirtmekten çekinmeyin. Kendimi ancak böyle geliştirebilirim.