5. BÖLÜM
''Gözyaşı''
Ölümü dost bilenlere ithafen.
Ciğerlerime dolan hava,
Söndür beni burada,
Al içimdeki ateşi yoksa,
Yanacağım, yakacağım.
O'na karışacağım.
Koşuyorum.
Hayatımın geri kalanına geç kalmamak için koşuyorum.
Ölümün rengini bilmeye ihtiyacı olanın hayatına geç kalmamak için...
Babam, on dokuz yılı tek bir kâğıt parçasına öyle güzel sığdırdı ki... Neden iki saati bir dakikaya sığdıramıyorum?
Gidecek, gitmemesi gerek.
Rüzgâr vücudumu delip geçerken, ruhum şaha kalkıyor. Görüyorum, ancak birkaç adım önümden gidebiliyor. Hala bedenimin sınırları içerisinde esir, ona ölünceye dek bağlı...
Biraz daha zorluyorum kendimi, bacaklarım kopacak gibi. Her bir adımda, bir sonraki adımımdan sonra yere kapaklanıp ona yetişememe korkusu sarıyor tüm bedenimi. Ruhum da korkuyor, zor da olsa görebiliyorum. Buz gibi havada, ter içinde kalıyorum.
Nihayet hastane bahçesine ulaştığımda banklara kadar koşuş tempomu düşürmeden gidip soluk soluğa etrafıma bakındım. Oradaydı, çok uzaktan bir siluet halinde görünüyordu. Henüz nefesimi düzenleyememişken tekrar başladım koşmaya. Onca yol kat ettikten sonra aramızda sadece beş adımlık mesafe kalmıştı.
''Yetiştim!''
Durakladı, sonra tekrar devam etti yavaş adımlarına.
''Yetişemedin.''
Görmese de başımı hızla iki yana salladım hala nefesimi düzene sokmaya çalışırken. Gözlerim acıyordu, görüşüm bulanıktı. Anladım, gözyaşlarım firarına hazırlanıyordu.
''Ölümün rengini...'' dedim titreyen sesimle. ''Ölümün rengini bu dünyanın sefil ışığında göremeyeceğiz.''
Durdu.
Devam ettim. ''Sınırlı dünyanın nasırlı ellerinden sıyrılacağım. Ruhumu serbest bırakıp sana ölümün rengini bulacağım ama ne olursun, beni yalnız bırakma!''
Sesim, feryat eder gibiydi. Yalvarıyordum geriye dönüp bana bir şans daha vermesi için.
İç sesimi duymuş gibi yüzünü bana doğru döndü, anında bir gözyaşı yanaklarımla buluştu.
''Ruhumu, sana feda edeceğim. Ama ne olur, bedenimi ayakta tutmama yardım et.''
Titreyen sesimle, kelimelerden kurtulmak istercesine söylediğim tüm bu sözler, onun tarafından anlaşılmış mıydı?
Yaklaştı. Ellerini uzatıp tek gözyaşı damlasının yanağımda oluşturduğu izi, narin parmaklarıyla takip etti. İlk defa bu kadar uzundu bana olan bakışları. Ellerini yanağımdan çekti, kolları iki yanına düştü. Hiç olmadığı kadar yorgun gözüküyordu. Mor rengin açık tonuna dönüşen şişmiş gözaltı halkaları gözlerinin güzelliğini arka plana atıyor, yüzündeki en dikkat çekici noktalar olarak kendini gösteriyordu.
''Ölümün rengini bulana kadar, seni yalnız bırakmayacağım.'' Dedi kısık sesiyle ve arkasını dönerek ilerlemeye devam etti. Aldığım söz yetmişti ama...
''Şey...'' dedim utana sıkıla, ''Ben, ancak iki gün sonra dönebilirim. Söz, elim boş gelmeyeceğim. Sadece iki gün, sonra seni bir yere götüreceğim.''
Durmadan devam etti yavaş adımlarına, ''İstersen hiç gelme, zorunda değilsin. Eğer geleceksen de... Götüreceğin yer için burada bekliyor olacağım.''
Birkaç saniye ardından baktım ve karanlığa karıştığında ben de onun tam aksi yönüne doğru ilerlemeye başladım.
Mutluydum. Annemin yerinden haberdar olduğum için, babamın acıları dindiği için, onun beni gördüğünü bildiğim için. Hepsini ölüm almıştı bu dünyadan ama yine, hepsini de ölüm getirmişti bana. Bir kez daha anlamıştım o zamandan sonra, ölüm, kesinlikle kötü bir şey değildi. Hatta hayatla ilgili tek gerçekti. Gökyüzü bile ikinci yüzünü gösterip terk ederken bizi, ölüm bizi bırakıp gitmeyecek tek şeydi.
Yine aynı yollarda ilerledim, aynı yere vardım. Tek fark, bu sefer gideceğim yere aklımda meraklarımın oluşturduğu soru işaretleriyle değil de, kararlarımın oluşturduğu sonuna nokta koyabildiğim düşüncelerimle varmış olmamdı.