Saat oldukça geç olmuştu ve ben bilgisayarın yanıp sönen imlecine kızarmış gözlerle bakıyordum. Ödevim neredeyse bitmişti. Sadece ufak detayları ekliyordum. Seçip koyduğum görseller de ödevi kaliteli bir hale getirmişti. Yarın teslim etmeyi düşünüyordum. Zaten profesör Helena da bir an önce teslim etmen gerekiyor demişti. Ödevi bitirip bilgisayarı kapattım ve odama doğru yarı açık gözlerle ilerlemeye başladım. Carmen çoktan uyumuştu. Kendimi yatağa bırakıp gözlerimi kapattım. O kadar yorgundum ki anında uykuya daldım.
Rahat bir uykudan sonra kalkıp üzerime güzel bir şeyler giydim. Mavi ve beyaz renklerde bir elbise seçtim. Bu elbiseyi Hector almıştı ve o zamandan beri severek giyiyordum. Şimdilik saçlarımı toplayıp Carmen'in odasına gittim. Uyanmış tavana bakıyordu. Gidip yanına oturdum. Bakışları bana kaydı.
"Hector abi ile mi buluşacaksın?" Dedi elbiseme bakarak. Gülümsedim.
"Hayır. Profesörlere ödevimi teslim edeceğim. Daha değil ama. Önce kahvaltı edelim ve bir film izleyelim. Ne dersin? Ödevimi akşam üzeri teslim ederim. Gelirken de atıştırmalık bir şeyler alırım."
Carmen gülümsedi.
"İyi olur."
Yanından kalkıp kapıya yöneldim. Hâlâ yatıyordu.
"Kalk artık seni tembel. Kahvaltıyı kaçıracaksın." Dedim ona bakarak. Daha sonra mutfağa girdim. Buzdolabında bir sürü şey vardı. Denk geldiğim yiyecekleri tezgahın üzerine çıkarttım. Bugün oldukça keyifliydim. Ödevimi teslim edeceğim içindi galiba. Belki profesörlerle araştırdığım dönemler üzerinde konuşurduk. Bunun için heyecanlanıyordum. Tavaya doğradığım domatesleri, biberleri ekleyip karıştırmaya başladım. Ben yemeği hazırlarken Carmen gelip masayı hazırladı. Biraz sosis ve papates de kızarttım. Kahvaltımız hazırdı. Carmen'in karşısına oturup pişirdiklerimi tatmaya başladım. Güzel olmuşlardı.
"Ben de seninle gelebilir miyim abla? Evde tek başınayken canım sıkılıyor."
Ağzımdaki lokmayı yuttum.
"Profesörlerin ciddi kişiler olduklarını biliyorsun. Seni getirdim diye laf yaparlar. Söz, fazla geç kalmam. Belki ödevi teslim eder hemen gelirim. Zaten onlar da meşguldür şimdi. Ben gelince dışarı çıkarız. Can sıkıntın geçer."
Meyve suyundan bir yudum alıp dudağını büzdü. Evde tek başınayken aklına annemin geldiğini ve kötü hissettiğini tahmin edebiliyordum ama profesörler gerçekten de acayip ciddi kişilerdi. Anlayış göstermezlerdi. Biliyordum. Tabağımdakileri yerken Carmen'in evde sıkılmaması için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Acaba bir film serisine başlasak ve o devam filmini mi izleseydi ben gelene kadar? Fena fikir değildi. Yemeğimiz bitince birlikte bulaşıkları halledip salona geçtik. Carmen koltuğa otururken ben de DVD'lere bakıyordum. En sevdiğimiz film serilerinin hepsini almıştık. Elimdeki serileri ona gösterdiğimde Harry Potter'ı seçti. Filmi ayarlayınca Carmen'in yanına oturdum. Carmen de en az benim kadar severdi bu seriyi.Film devam ederken Carmen konuşmaya başladı.
"Biz de Harry gibi annesiz ve babasız kaldık."
Ona bakıp elini tuttum.
"Harry'nin arkadaşları vardı. Bizim de kardeşimiz var. Yalnız değiliz ki." Dedim yumuşak bir sesle. Carmen başını omzuma yasladı. Derin bir nefes aldım. Filmin devamını konuşmadan öylece izledik. Film bittiğinde saate baktım. Hazırlanmam gerekiyordu. Yerimden kalkıp ikinci CD'yi taktım.
"Üçüncü filme birlikte başlayacağız. Olmadı dört. Söz veriyorum." Dediğimde Carmen gülümsedi ve yanındaki yastığa sarıldı. Koşar adım odama gidip saçlarımı düzleştirmeye başladım. Ne kadar erken gidersem o kadar erken dönebilirdim. Saçlarım olunca çantamı ve flash belleğimi alıp kapıya yöneldim. Carmen ciddi bir yüzle filmi izliyordu. Kapıyı usulca kapatıp ayakkabılarımı giydim.
"Gelirken en sevdiğim dondurmadan almayı unutma abla." Diye seslendi Carmen. Gülümsedim.
"Unutmam canım."Apartmandan çıktığımda Hector'a ödevi teslim etmeye gidiyorum diye mesaj attım. Nerede olduğumu merak edip ararsa profesörler kızabilirdi. Arabama bindiğimde nereye gideceğimi bilmediğimi fark ettim. Profesör Helena teslim günü konuşuruz demişti. Telefonumu elime alıp profesörü aradım. Neredeyse ilk çalışta açtı.
"Merhaba profesör. Ödevi nereye getireyim?" Dedim heyecanlı bir sesle. İç çekiş duydum.
"Ben sana konum atacağım. Şu anda ofisteyiz. Görüşürüz, Arven."
O, benden daha heyecanlı gibiydi. Görüşürüz diye geveleyip telefonu kapattım. Biraz sonra konum geldi. Arabayı çalıştırıp yol almaya başladım. Pek uzak olmaması keyfimi yerine getirmişti. Yolun uzaması eve daha geç dönmem demekti ve ben bunu istemiyordum. En sevdiğim şarkıları açıp ofise doğru arabayı sürmeye devam ettim. Adrese ulaştığımda müziği kapattım. Nasıl desem, sanki biraz izbe bir yerdi. Bu kadar tenha bir yerde neden ofis seçmişlerdi anlamamıştım. Belki de sessizlikte çalışmayı seviyorlardı. Ne de olsa biraz tuhaf profesörlerdi bunlar. Arabadan inip kapıları kilitledim ve ofisin girişine yöneldim. Kapıda duran iki görevli vardı. Adımı söylediğimde hemen kenara çekildiler. İçeri girdim. Duvarlardan yerlere kadar her şey beyazdı. Bir an hastaneye ya da laboratuvara girdiğimi hissetmiştim. Bir ofis için fazla beyazdı. Adımlarımı hızlandırıp profesörlerin odasını aramaya başladım. Koridorun sonundaki kapının üzerinde adları yazıyordu. Derin bir nefes alıp kapıyı tıklattım. Topuklu ayakkabı sesi doldu kulaklarıma. Çok geçmeden de kapı açıldı. Profesör Helena her zamanki tuhaf bakışlarıyla beni süzdü.
"Çok güzel görünüyorsun Arven, tatlım." Dedi ve gülümsedi. Ben de gülümsedim.
"Teşekkürler, profesör."
Profesör Joseph masadaki bir şeyin kapağını kapatıp bana baktı.
"İçeri girsene." Dedi profesör Helena ve girmem için kenara çekildi. Tedirgin adımlarla içeri girdim. Nedensizce huzursuz hissediyordum. İçeri girince etrafa kaydırdım bakışlarımı. Büyük masanın üzeri deney tüpleri ve rengarenk minik şişelerle doluydu. Masanın öbür ucunda kaynayan bir şeyler vardı. Bu oda bir laboratuvar odasıydı. Dudağımı ısırıp sakinleşmeye çalıştım. Belki de derslerle ilgili bir deney yapıyorlardı. Boğazımı temizledim. Profesörlerin bir yiyecekmişim gibi bana bakmalarından rahatsız olmuştum çünkü.
"Ödevim burada." Dedim flash belleği karşımda duran profesör Helena'ya uzatarak. Yüzünde memnuniyet ifadesi belirdi ve elimden flash belleği aldı.
"Dönemlere iyi çalıştın mı Arven? Oldukça ihtiyacın olacak."
Başımı salladım.
"Evet, efendim. İsterseniz birlikte bakalım."
Heyecanlı konuşma tarzım profesörü güldürdü. Yanına eşi geldi. Bana daha da tuhaf bakmaya başladılar.
"Biz zaten bunları biliyoruz canım. Önemli olan senin öğrenmendi. Yine seni düşünüyoruz. Ne kadar iyi insanlarız değil mi?" Dedi profesör Joseph. Profesör Helena ona bakıp güldü. Ne demem gerektiğini bilmediğim için ben de gülmeye çalıştım ama başarılı olduğum söylenemezdi. Profesör Helena flash belleği eşine verdi ve etrafımda dolaşmaya başladı.
"Sen sınıftaki öğrenmeye en aç, derslerde en başarılı kişiydin. Bu yüzden seni seçtik."Profesör Helena benim de çok iyi bildiğim özelliklerimi sıraladıkça içimdeki huzursuzluk gittikçe atıyordu. Ne diye bunları anlatıyordu ki? En sonunda dayanamadım ve konuşmaya başladım.
"Efendim lafınızı bölüyorum ama beni ne için seçtiniz acaba? Hiçbir şey anlamıyorum da."
İkisi de güldüler. Bu kadar komik olan neydi? Profesör Helena eliyle etrafı işaret etti.
"Burasının bir laboratuvar olduğunu anlamışsındır herhalde. Zeki bir kızsın. Burada ölümsüzlük üzerinde çalışıyoruz."
Sözlerini bitirdiğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Çok saçmaydı. Profesör konuşmaya devam etti.
"Çok yaklaştık ama bir türlü başarılı olamadık. En sonunda eksik maddeyi bulduk. Bir taş. Üç farklı dönemde bulunan bir taş. Hepsi birbirinin kopyası. Üçünü bir araya getirdiğimizde karışım tamamlanacak ve biz ölümsüz olacağız."
Bu kez dayanamayıp güldüm.
"Afedersiniz profesör ama bu bir şaka mı? Eğer öyleyse rolünüzü epey iyi oynadınız." Dedim ve tekrar güldüm. Profesör Helena hışımla karşıma geçti. Gözlerindeki öfke çok büyüktü.
"Benim şaka yapar gibi bir halim mi var aptal kız?!"
Korkuyla yutkundum. Profesörün bu haline daha önce rastlamamıştım. Eşi yanına gelip sırtını sıvazladı.
"Sakin ol, hayatım. Ben devamını anlatırım." Dedi yumuşak bir sesle. Karısı başıyla onayladı.
"Senden zamanda yolculuk yapıp üç farklı döneme gitmeni ve bize o taşları getirmeni istiyoruz. O farklı dönemler de ödevinde araştırdığın yerler. Bin sekiz yüzlerin İngilteresi, Antik Yunan ve Eski Mısır. Taş, İngiltere'de küçük bir kızın kolyesinde, Antik Yunan'da bir asilin bilekliğinde ve Eski Mısır'da da kraliçenin tacında bulunuyor. Seni uygun kıyafetlerle oralara göndereceğiz. Otomatik olarak onların dilini konuşacaksın. Taşı nasıl alacağın da sana kalmış."
Ne diyordu bu adam böyle? Zamanda yolculuk mümkün değildi ki. Ben daha bir şey diyemeden profesör Helena beni yaka paça sürükleyerek bir kürenin yanına götürdü. Kürede saçlarını tarayan minik bir kız vardı. Boynundaki kolyesi parlıyordu.
"İşte kolyenin ucundaki kırmızı taşı alacaksın." Görüntü değişti ve bu kez küreye sarışın bir kadın yansıdı. Güllerin içinde dolaşıyordu. Eğilip bir gülü kokladı. Bakışlarım bileğindeki bilekliğe kaydı.
"Bileklikteki mor taşı alacaksın."
Görüntü yine değişti. Bu kez ihtişamlı bir odada eski Mısır kıyafetleriyle esmer biri oturuyordu. Başında gösterişli bir taç vardı.
"Taçtaki mavi taşı alacaksın." Dedi profesör Helena ve küredeki görüntü kayboldu. Hem korkudan hem de şaşkınlıktan titriyordum. Bunlar gerçek olamazdı. Kurumuş dudaklarımı yaladım.
"Bakın ben yapamam. Kardeşim evde beni bekliyor. Ortadan kaybolup onu yalnız bırakamam. Beni bekliyor evde. Lütfen, gitmeme izin verin." Dedim çaresizlikle. Profesör Joseph içini çekti.
"Baban öldüğünde size maaşının kaldığını sanıyorsun değil mi? Her ay elinize geçen paralar babanın maaşı değildi. Biz gönderiyorduk. Annenle yaptığımız anlaşmaya karşı. O, senin bu görevleri yapmanı kabul etti. Yapmak zorundasın."
"Yoksa kardeşin ölür." Dedi profesör Helena tıslayarak. Şimdi daha çok titriyordum. Elimi saçlarımın arasından geçirdim. Etrafta dolaşmaya başladım. Bütün bunlar çok saçmaydı ama gerçek olduğunu biliyordum. Küredekileri kendi gözlerimle görmüştüm.
"Ne kadar zamanım var? Gittiğim dönemlerde yani. Ne kadar sürecek?"
Profesör Helena tatlı tatlı gülümsedi ama gözüme korkunç bir cadı gibi görünüyordu.
"Her dönemde bir hafta süren var. Burada ise bir haftada yaklaşık iki saat geçecek. Çok geçmeden küçük, kızıl kardeşine kavuşabileceksin. Başarısız olursan sonuçlarına katlanırsın."Profesörler gerekli işlemleri yaparken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Aklımdan Carmen ve Hector ile geçirdiğimiz anlar geçiyordu. Carmen ile en sevdiği dondurmayı yerken gülüşmelerimiz, Hector'a her gün yaşamak için bir sebep bulurken eğlendiğim anlar, üçümüzün sahilde koşturduğu anlar... Gelirken en sevdiğim dondurmadan almayı unutma abla. Üçüncü filme birlikte başlayacağız. Olmadı dört. Söz veriyorum. Gözyaşım süzülürken profesör Helena cık cıkladı.
"Senin gibi güçlü bir kıza yakışmıyor ama. İlk gideceğin yer İngiltere."
Boynuma bir kolye taktı. Kolyeden de ellerinin soğukluğundan da nefret ediyordum. Başımdaki tuhaf aletin izin verdiği kadarıyla başımı kaldırıp profesörün gözlerine baktım. Ondan nefret ettiğimi anlasın istiyordum. Yüzü düşeceğine yüzündeki manyak gülümseme daha da arttı.
"Bu kolyeyle sana ulaşacağız. Gittiğin yerde sakın teknolojik aletlerden bahsetme. Seni küçük kızın yaşadığı evin yolundaki ağacın dibine göndereceğiz. Geri dönüş yolun da o ağaç. Kolyeye iki kez vurunca geri döneceksin. Buraya döndüğün anda o devirde etkileşimde olduğun herkesin hafızası silinecek. Bol şans canım."
Profesörler görüş alanımdan iyice silikleşene kadar onlara nefretle baktım. Bu, onlar için bir şey ifade etmiyordu ama içimdeki nefreti kusmamı sağlıyordu. Hayat ne tuhaftı. Bir zamanlar hayranlıkla baktığım öğretmenlerime şimdi saf bir nefretle bakıyordum.
![](https://img.wattpad.com/cover/266314965-288-k619148.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LAVINIA~Zamanın Külleri
Science FictionLavinia, ölüm çiçeği demek. Roma imparatorluğunun baş komutanı olan Titus'un güzeller güzeli kızıdır Lavinia. Ölünce şehrin uzağında bir tepeye gömülür Lavinia. Aylar sonra mezarının üzerinde bir çiçek çıkar. O çiçeğe de bölgede yaşayanlar lavinia i...