Herkes sevdiğini söylüyor. Birine sorsam, sevmek neden? Tutarlı bir cevap geleceğini sanmıyorum. Herkes seviyor işte. Nedenini nasılını sormadan, kurcalamadan. Ben öyle yapamıyorum ve bu gece başta kendim ve tüm Ademoğlu için bunu kurcalayacağım. İnsan neden sever? Bok mu var? Sevgiye muhtaç mıyız? Olmazsa ölür müyüz? Zor olduğunu bilerek yada bilmeyerek sevmek neden? İnsan sevmeyince eksik mi oluyor? Aksine sevince eksik oluyor. Çünkü çıkar üzerine kurulu dünya düzeninde gelirken bir şey getiren mutlaka giderken boş dönmüyor. Oysa ben, tüm bunları bilerek ve yaşayarak tecrübe eden ben gözüm kapalı sevdim seni. Gelirken bir şey getirmeni beklemeden ve elimde olanın tümünü sana arz ederek sevdim seni. Mesela ben bundan bir yada iki yıl evveline kadar mutlu, gerçekten mutlu bir insandım. Sonra ne mi oldu? Bunu bir kişinin hiç bir vakit bilmesini istemem. Ama bu olacak. Benden duyması daha iyi olur sanıyorum. Beklenmedik bir zamanda gelip bulmuştu beni. Adı Seda. Geldi, güldü, ve heryer toz pembe oldu. Sonra ben onu çok sevdim. Çünkü bok vardı. Korkutuğum başıma gelmişti. Kimseye sana ihanet etmesine fırsat verecek kadar güvenme. Ben yine tüm saflığım ile bu hataya sürüklenmiştim. Her şey mükemmel gidiyordu. Tam da hayal kurmaya başlamıştım ki ayrılık yine vakitsiz geldi alnımın çatına. Onu neredeyse büyüdüğüm ev diye tarif edebileceğim önü asmalı evinden beyazlar içinde çıkarmayı düşlüyordum her gece. Beraber yapacağımız onlarca hayalden biriydi. Belkide içlerinde en temiz ve günahsız olanı idi. Yakın zamana kadar beynimi kemirip içinde yılan yuvaları inşa eden ve en çok canımı yakan, geceleri sebepsiz yere yağmur altında sönmesin diye daha bir içli ve seri içtiğim tütün dumanına karışan az hıçkırıklı bol yaşlı ağlak ruh halimin sorumlusu hayaller. Zaman geçiyor ve bende git gide kendimden vazgeçiyordum. Onunla çok sık buluşmazdık. Aramızda kilometrelerce özlem vardı. O zaman öğrendim mesafelerden uzak durmam ve onlara küfretmeyi öğrenmem gerektiğini. Buluşmak istedi. Hafif serin lakin güneşli bir Pazar günüydü. Hazırladım elimden geldiğince. Dolabımda toplam bir pantolon ve iki tişört vardı. Onlarda bir başkasının eskisiydi. Ayakkabı seçmekte de zorlanmadım. Onunla harcayabileceğim yalnızca bir kuru ömrüm vardı. Yol parasını annemin cüzdanından habersiz almıştım. İki liram vardı. Bir gidiş birde geliş. Yani anlayacağınız hariçten bir sakız alacak param yoktu. Onu gördüm ve yine güneş bana bir başka parladı. Yanında okuldan bir arkadaşı daha vardı. Avm nin otoparkına doğru ağır adımlarla ilerledik. Kimsenin olmadığı bir lunapark aletinin arkasında gölgede idik. Bana baktı. O ana kadar gözlerimin içine bakamamıştı. Hemen gözlerini kaçırıp yerdeki parke taşı döşeli kaldırımlarla gezdirmeye başladı. Havanın kasvetinden iyi bir şey olmayacağı belliydi. Yutkundu ve "Bence ara vermeliyiz." dedi. Her şey mükemmeldi ya, illa ki bir bokluk olacaktı. O cümleden sonra ne söylediğini anlayamadım. Susmuştu. Ona baktığımda hala yüzü yere dönüktü. İşaret ve orta parmaklarımı birleştirip bir yabani güvercin sever gibi ürkek çenesini kaldırdım. "Şimdi gözlerimin içine bak ve beni sevmediğini söyle." Yapamıyordu. Gözlerimin içine bakıyordu ama konuşamıyordu. Gözlerini kaçırıp artık bittiğini ilan ettiğinde dünyada yaşamaya değer bir şeyim kalmadığına kanaat getirdim. Olduğum yere çöktüm. Zaten ayakta durabileceğimi de sanmıyordum. Ellerimi başımın arasına alıp sıkmaya başladım. Patlamak üzereydi. Üzerimdeki tozun, altı yırtık ayakkabımın ve şu hamallığını yaptığım canımın bir değeri kalmamıştı. Bitmişti.