Yanağımda hissettiğim dokunuşla uyandım. Bu kadar gürültüye nasıl daha önce uyanmadım diye şaşırmıştım bilincim yavaşça açılırken, uçak inmiş ve herkes eşyalarını toplayıp uçağı terk etme telaşına girişmişti. Ben ise bu kadar hareketlilik içinde yanağımda dolanan ufak bir elin hareketine uyanmıştım.
Başımı çevirip elin sahibine baktım. O da gülümseyerek bana bakıyordu. Dudakları hareket ediyordu. Ama ben bir an dağılıp giden aklım yüzünden ne dediğini hemen algılayamamıştım.
Sonunda dikkatimi toplamayı başardım.
"Günaydın uykucu." diyordu. "Ya da iyi akşamlar çünkü Kore'nin akşamından Almanya'nın akşamına geldik."
Güldü Minho. Bakışlarımı ondan çekip saatime çevirdim. Sabah 6:30 civarındaydı saatim. Oysa camdan dışarı baktığımda Minho'nun söylediği gibi Almanya'nın gecesiyle karşılaşmıştım. Minho'nun tepkimi anlayıp kulağıma söylediğine göre burada saat gece 12 civarıydı, saatte geriye gitmiştik.
Üzerimde birikmiş yorgunlukla kalktım. Çıkmak istediğimi anlamasıyla Minho da kalkmıştı ayağa. Beraber koridora çıktık. Minho çantasını yukarıdan alırken bekledim, o beni uğraştırmayıp kendininkinden sonra benim de çantamı indirip uzatmıştı. Bir teşekkür mırıldandım uyku mahmuru sesimle.
Jetlag muhtemelen diğer insanlardan daha çok etki ediyordu bana, yorgunluğumu bir türlü atamıyordum. (Hiç babama çekmemiştim anlaşılan.) O yüzden dil bilgim iyi olmasına rağmen yurtdışı seyahatlerine pek katılmazdım. Ah, Minho... İçimden geçirdim. Bunları hiç düşünmeden kendimi burada bulmama o sebep olmuştu.
Beraber indik uçaktan. Arasında yaklaşık üç santim olan ellerimizin salınmasını izlerken içimden ona söylenen sesim susmuştu bile. Sanki ellerimiz arasında bir çekim kuvveti vardı ve beynim onu hissetmekten uyuşmuştu.
Biraz sonra arabaya bindik ve ondan uzaklaşmak zorunda kaldım.
Havaalanı kalacağımız otelden bir saat uzaktaydı. Şehir merkezine doğru gidiyorduk. Önümdeki koltukta bana dönük oturan Minho'ya itinayla hiç bakmadım yol sırasında. Yanıma sonunda olması gerektiği gibi ekibimden iki çocuk oturmuştu. Minho'nun yanında da onun ekibinden iki çocuk vardı. Ön koltukta ise onların proje başkanı ve elbette özel şoförümüz.
Siyah, büyük bir araçta gidiyorduk. Anlaşmayı sağladığımız şirketin özel aracıydı. Hepimizin sığabileceği büyüklükte bir araç getirtmeleri ya araca binecek kişilerin rütbe farkına aldırmadıkları ya da daha fazla benzin parası ödemek istemedikleri anlamına gelebilirdi. Henüz küçük çaplı bir şirket olduklarından ikinci seçenekte kullandım tahminimi.
Kalabalıktık aracın içerisinde, söylediğim gibi. Minho karşımda oturuyordu. Ve arabadaki onca kişi umrunda değil gibiydi. İtinayla ona bakmamaya çalıştığımı söylemiştim, o da bunu fark etmiş gibi itinayla ona bakmam için uğraşıyordu sanki.
Bacağını benimkine sürtüp duruyordu. O kadar sıkışık değildi oysa araç, geniş ve lüks bir arabaydı. Ama o koltuğunda iyice kaymış, rahat bir pozisyonda yayılmış gibi duruyordu, ve bacaklarını benimkiler hizasına getirmişti. Ne kadar dik otursam da ona dokunmaktan kaçamıyordum.
Yine de ona bakmadım. Onun hoşuna gitmemiş gibiydi bu. Bacaklarını sürekli ağır bir şekilde hareket ettiriyordu. Bazen kendi kendine sallayıp duruyordu dizini, bazen bacağının yerini değiştiriyordu. Her hareketinde kasılıp daha dik oturmaya çalışıyordum ama hareketinden kaçamamıştım. Rahatına düşkün biri olarak acaba istemsiz mi yapıyor diye geçti bir an aklımdan, ama bu kadar fazlası da istemsiz olamazdı artık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lilac Wine ,, minchan
FanfictionÇocukluk arkadaşı olan Chan ve Minho, 9 yıl aradan sonra ilk kez bir iş görüşmesinde karşılaşır.