II.

16 2 6
                                    

Bir insanın hayatı bir gece de ne kadar paramparça olabilirdi, ruhu kaça bölünebilirdi?

Yorgun zihnim duyduklarımı algılamak için o kadar çabalıyordu ki. Bütün bedenim "Çok acınası." diye haykırıyordu, hiç susmuyordu.

Öyle bir çaresizlikti ki, sanki hayatımın ellerimden kayıp gidişini seyrediyor ve engel olamıyordum. Sanki bütün atmosfer tek bir oksijen tanesi bırakmamıştı, ben ise imkansız olduğunu bilerek arıyordum.

"Defne, buna asla izin vermem." Öyle bir şaşkınlıkla çökmüştü ki bedenim, ağzımı açıp tek bir kelime edemiyordum.

Gözlerim yuvarlarını zorlayacak şekilde açılmıştı. Bütün dünyaya bunun gerçekleşmeyeceğini haykırmak istiyordum, hatta bu dediğime inanmak.

Fakat babamın bu zamana kadar istediği bir şeyi yapamadığı olmamıştı ki. Zorla ya da isteyerek bana o imzayı attıracaktı, biliyordum.

"Vazgeçir onları. N'olur!" diye yakındım çaresizlikle. Ne zamandır sıktığımı bilmediğim yumruklarıma ellerini koyup gevşetmemi sağladı. Gözlerimin en derinlerine baktı, ne kadar emin ve dürüst olduğunu kanıtlamak istiyordu.

"Ne gerekiyorsa yapacağım, duydun mu? Seni yem etmeyeceğim." Yem etmek...Şu iki kelimenin içime bu denli oturacağını nereden bilebilirdim ki? Aldatılmak bir yana, ailenin senin arkandan iş çevirmesi bir yanaydı. Bir gece de iki büyük yara. Nasıl kapanacaktı bu ağır yaralarım?

Gözümden aşağıya bir damla yaş çeneme doğru süzüldü usul usul. Kollarını ona sığınmam için bana açtığında, vakit kaybetmeden göğüsüne doğru sokuldum.

Bir eli anında sırtıma dolanırken, diğer eli saçlarımda geziniyordu. Her zaman yanımda olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bana.

Sarıldığımız tüm zaman boyunca gözlerim kapalıydı. Kendimi kötü hissettiğim bütün anıları zihnimden silip geçmiştim. Zamanı geriye almıştım, sanki hiç yaşanmamış gibi. Her şeyi unutup çocukluğuma dönmüştüm. Bahçede koşuşturmanın hayalini kurduğumuz günlere.

Yeşil çimenlerin bir tanesi bile kaybetmezdi o tazeliği. Bir toprak parçasını bile çiğneyip geçmezdi babam. Çünkü o kadar severdi ki bahçesini, üzerinde dolaşmamıza izin bile vermezdi.

Ama biz çocuktuk. Toprağı avuçlarımızla eşelemek, çamur ile oynamak isterdik. Papatyaları koparmak, gül yapraklarını havaya savurmak isterdik. Ağaca tırmanmak hatta dallarına ip dolayıp, sallanmak isterdik.

Babam garipti, çocuklarından bile öte sayardı kurduğu o renkli dünyayı. Bizi değil, çiçeklerini özenle büyütürdü. Bizimle değil, onlarla paylaşırdı gülümsemelerini. Bazen çıldırırdı. Yüksek sesle konuşurdu, kelimeleri neşeyle dökülürdü ağzından. Elinde hediyelerle gelirdi. Bütün gün planladıklarını heyecanla anneme anlatırdı. Kelimeleri ardı ardına dizer, susmazdı. Bazen de uykuları bölünürdü. Gecenin bir yarısı evin içinde dolaştığını, kendi kendine konuştuğunu duyardık.

Yine de gördüğümüz onca şeye rağmen hiç şikayetçi çocuklar olmamıştık. Belki minicikti bedenlerimiz ama bu durumu kabullenmeyi olgunlukla karşılamıştık. Birbirimize sığınmıştık biz, kardeş olmayı öğrenmiştik.

Böyle alışsakta, kendi öz babamdan deli gibi korkuyordum. Tıpkı bir yabancıymış gibi.

Abim ise korkmama izin vermemek için çabalardı. Beni neşelendirmek için hep uğraşırdı, asla sıkılmazdı.

Bipolar bozukluğu olduğunu öğrendiğimiz zaman, hareketlerinin sebebini daha iyi anlamıştık. Daha da büyümüştük, daha toleranslı olmayı öğrenmiştik. Sabırla izlemiştik davranışlarını.

BERCESTEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin