Aldanmak ve aldatılmak. Birbirine ne kadar benziyor değil mi? Aslında bir o kadar benzer ama bir o kadar da farklılar.
O gün, hayata geldiğim günün sevincini yaşamam gereken o an da, merdivende fütursuzca adımlarken hissettiğim şey aldatılmaktı. Aldanmam değildi söz konusu çünkü her şey gözümün önündeydi. Aldatıldığımın en büyük şahidi bendim ve en kötüsü aldatılmaya hazırlıklı oluşumdu. İçimde bir yerlerde, en derinlerimde biliyordum. Bana verilen büyük vaatler olmamıştı.
Şimdi ise her şey büyük bir aldanıştı. Verilen sözler, güvenilen insanlar vardı. Aldatılmak kadar acıtmamıştı çünkü daha çok acıtıyordu. Aldatıldığımı bir noktada sindirebiliyordum sanki çünkü kabullenmekten başka bir şey yapamazdım ama aldanmak bütün inancımı yerle bir etmişti.
İnanç duyacağım bir durum kalmadığında, her şey büyük bir yalandan ibaret olduğunda kopmuştum hayattan. Yürüyor, nefes alıyordum ama yaşamıyordum.
"Defne, bekle!"
Yaşadığım bir dejavu muydu yoksa yazgım böyle miydi? Hep 'açıklayabilirim' kelimesi ile karşı karşıya kalacağım durumlar mı yaşayacaktım?
Seni aldattım ama açıklayabilirim.
Sözümde duramadım ama açıklayabilirim.
Sana yalan söyledim ama açıklayabilirim.Ne kadar basit değil mi? Açıklanacak tonla şey var ama 'yapmamalıydım' diye bir şey yok. Çünkü hep hatalar olmak zorunda. Her zaman bir taraf üzülmeli, hep geç kalınmalı ve açıklanacak durumlar olmak zorunda. Çünkü kuyrukları kapana kısılmadığı sürece bazı şeyleri açıklamak zorunda değiller. Ancak her şeyi kestirip attığınızda ve farkına vardıklarında açık olmak istiyorlar.
"Dur diyorum!" Kaba ellerini dakikalar önce kapatıcı ile kapatmak için çaba harcadığım diş izlerime bastırınca yüzümü buruşturdum. Ağzımdan küçük bir inilti kaçtığında telaşla, "Canını mı acıttım?" dedi.
"Evet acıttın, çok acıttın, acıtmaya da devam ediyorsun..." Keskin sözlerimin sadece elleriyle sardığı kolum için olmadığını anlamasını umdum. Her bir kelimesini dikkatle vurgulamış ve altında yatan onlarca sözcüğün içine işlemesini istemiştim. Bir noktada mahçup olmuştu ve gözleri kırgınlıkla bakıyordu.
"Bana haksızlık ediyorsun. Her şeyin mantıklı bir a-"
"Açıklaması mı var?" diye cümlesini tamamlayıp histerik bir kahkaha attım. "Beş dakika önce açıklamamak için kendini sağdan sola atarken şu an değişen ne?" dedim büyük bir ciddiyetle. Sorduğum sorunun cevabını biliyor olmama rağmen yüzüne vurmak istemiştim. Kendini yine kendi sözleriyle vursun parçalasın istemiştim ama susuyor ve öylece gözlerime bakıyordu.
"Ne o? Sustun. Yoksa içinden 'Defne'yi haklı çıkaramayacak kadar egom büyük' diye nutuk mu çekiyorsun?" diyerek acı acı gülümsediğimde gözümden bir yaş damladı. Ağlayacak kadar gözlerimin dolduğunu bile fark etmemiştim. Sahi neden ağlıyordum?
"Evet, haklıydın. Ben sana kapılarımı aralamadım çünkü o kapıların arkasında masallarla dolu büyülü bir dünya yok. Kapkaranlık görmüyor musun? Hissetmiyor musun?"
"Ben artık hiç bir şey hissedemiyorum. Sen bana yalan söyledin. Sırf yanında tutmak için, beni kullanmak için. Bunu yaparken vicdanın sana ses etmesin diye bana yalan söyledin." İşaret parmağımı her kelimemde beyaz gömleğinin üzerinden göğsüne doğru bastırıyordum. Ağzımdan çıkan sözler parmağımın ucundan dökülsün de kalbini delip geçsin istiyordum.
"Başka çarem yoktu." diyerek sesini yükseltti. Gözleri yumuk ve başı yere doğru eğikti. Bir eli ensesini ovalarken diğer elinin parmakları kemere dolanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BERCESTE
Teen FictionHangi kitabın hangi sayfasında okuduğumu tam hatırlamıyorum ama şöyle bir cümle okumuştum: Balıklar ağlar, kelebekler intihar eder ve herkes biraz kördür...