KADIN CİNAYETLERİ VE TOPLUM....

215 1 0
                                    

Neredeyse her gün kadın cinayeti, kadına yönelik şiddet veya savunmasız bırakılan bir kadının kendi canına kastettiği haberlerini okuyor ve izliyoruz. Çoğu zaman ise zaten sadece izliyoruz. İstatistiki bilgilere boğmadan söylenecek olursa o da şiddet ve cinayetlerin gün geçtikçe arttığı, bulaşıcı bir yöntem gibi kullanıldığıdır. Cinayetlerin veya şiddetin sadece kadına yönelik değil, tüm toplumda artan genel bir toplumsal sorun olarak ele almak kadın cinayetlerinin asıl sorunun kaynağından uzaklaştıran indirgemeci ve manipülatif bir niyete işaret etmektedir. Kriminolojik olarak, kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet gibi bu tür bir sınıflandırma yapmanın sebebi bu suçların sırf kadın olmaktan, daha doğrusu sırf toplumsal kadınlık rolünden beklentilerin aksamasından kaynaklanmış olmasıdır. Anne olmak, kocasının karısı-babasının kızı olmak, itaat etmek, namuslu-edepli olmak, fedakar olmak... Kadın olmak bu suçu işlemiş olmanın yegane-meşru (!) sebebidir. Toplumsal ve kültürel rollerinize herhangi bir itirazınız veya mücadelenizin yaptırımı ölüm veya şiddet oluyorsa toplumsal ve politik olarak bu durum hoş görülüyor, besleniyorsa üzgünüz ama olay münferit olmaktan çıkar olgusal bir soruna dönüşür. Bu sorun ise yalnızca suç biliminin istatistiklerine konu olmanın dışında kültürel, tarihsel, politik, hukuki, ekonomik ve daha bir çok yönü bulunmaktadır. Elbette burada binlerce yıllık ataerkil ideoloji tartışmalarına uzun uzadıya girilmeyecektir.

Kadın cinayetlerinin kadının irade beyanıyla ilgili mücadelesi henüz bunu kabullenemeyen erkekler tarafından bir iktidar mücadelesine dönüşmekte ve binlerce yıllık iktidarın kudretine karşı koyuş erkekler tarafından ölümle cezalandırılmaktadır. Ataerkil iktidarda kadının kendi hakkında karar verme yetkisi bulunmaz, kadın bu erkin mülküdür. Dolayısıyla kendi bedeni üzerinde bir tasarrufu yoktur. Bedeninin bütünlüğü üzerindeki tasarruf erk-ek’e ve onu yeniden yeniden üreten cinsiyeti heteroseksüel olan devlete aittir. Sosyal bilimsel olarak en çok vurgulanan şey değişimin tolumun her katmanında aynı cereyan etmediği ve bu değişim sancılarının ciddi sonuçlar doğuracağıdır. Hele ki bu değişimler binlerce yıldır ekmeği yiyilen ataerkil iktidarın ideolojisini sarsmaya yönelikse, çok kuvvetli bir çıkar grubunu karşısına almış demektir.

Son yıllarda hukuki olarak yol kat edilmiş olsa dahi mevcut iktidarın son derece erkek dili kadın bedeni üzerindeki tahakkümü beslemektedir. Nitekim durum basit hakların kazanımının ötesinde, direk bir yaşam hakkının elinden alınması durumdur. Şayet politik iktidar kadın bedeni üzerindeki tavrını devam ettirirse ne kadar hukuki yaptırım getirilirse getirilsin- ki zaten muhakkak uygulamasında da sorunlarla karşılaşılmakta- ne kadın cinayeti nede kadına yönelik şiddeti bitecektir. Şiddet devlet tarafından bu kadar kutsanmışken, en basit hak arayışlarında dahi büyük bir tahammülsüzlük göstererek karakoldan sokaklara kadar şiddet kolunu uzatmışken; çocuk ve yetişkin ayırımı yapmaksızın devlet vatandaşları üzerinde kendini korkuyla var etmişken bireysel veya toplumsal olarak hukukun tek başına bir dönüşüm gerçekleşmesi imkansızdır. Bir yandan kadının çiçek-böcek olarak romantize etmek beri yandan kadına doğum kontrol uzmanlığı yapmak, ne zaman ve ne kadar doğuracağına karar vermek, dayak atan polise değil dayak yiyen kadını iffetsizleştirerek (!) cezalandırmanın karşılığı daha çok kadının yaşam hakkının elinden alınması demektir.

Yaşam hakkını korumaya yönelik ilk akla gelen çözüm kadın sığınma evleridir. Ancak tek yöntem elbette tek başına, zaten sayıları yetersiz olan bu merkezler veya evler değildir. Kadın sığınma evleri sorunun sonucuna yönelik geçici bir çözümdür. Devletin ilk görevi yaşam hakkı tehlikede olan kişiyi önce mevcut tehlikelerden uzaklaştırmak, sonraki süreçte ise toplumsal hayata katarak denetimli olarak yaşam garantisini vermektir. Fakat cinayetlerin neredeyse tümü göz göre göre gerçekleşmiştir. Çoğu koruma talebinde bulunmuş ancak devlet ya koruma vermemiştir ya da koruduğunu da yeterli koruyamamıştır.

Politika olarak kadına yönelik şiddeti önlemekten veya bu şiddeti ortaya çıkaran sebeplere yönelmekten ziyade şayet tek çözüm kadın sığınma merkezleri ise, Türkiye’de kadın sığınma evlerinin sayısı ve kapasitesi de içler acısı durumda. Türkiye’de toplam 83 kadın sığınma evi olduğu belirtiliyor ve burada yalnızca iki bine yakın kadın barındırılabilmekte. Yasal olarak 50 binin üzerinde nüfusu olan belediyeler kadın sığınma evi açabilme yetkisi verilmesine rağmen birçok belediye buna hiç girişmemektedir. Oysa Türkiye’de en az 7472 kapasiteli sığınma evi olmalıdır. 2 Görüldüğü üzere sorunun sonucuna yönelik olarak tek çözüm kadın sığınma evlerinin sayılarının artırılmasıdır ancak sayılar bu konuda da çok başarılı olunmadığını göstermektedir.

Demokratik, sosyal bir devlette kişinin yaşam hakkının garantörü devlet ve hukuktur. Dolayısıyla kadının yaşam hakkının da bu kurumlar tarafından sağlanması gerekmektedir. Muhafazakar milliyetçi iktidarın söylemi; kadın hangi sınıftan hangi meslekten hangi kimlikten olursa olsun verili kalıpların içine hapsederek en temel hakkının elinden alınmasına göz yummakta, bir nevi suç ortağı olmaya devam etmektedir. Milliyetçi muhafazakar olma saikiyle iktidarı devam ettirme çabası kadınların hayatına mal olmakta, her gün ya tecavüz sonucu hamile bırakılan bir kadın, ya dövülen ya da boşanmak istediği için öldürülen kadın haberleri gazetelerin 3. Sayfa haberlerini doldurmakta ve korkarız ki bu bir süre daha devam edecektir.

CİNAYETHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin