İçeriye girdiğimde yatağın kenarında oturuyordu, sessiz bir giriş olmadığı için hazırlıklıydı.
''Kapıyı tıklatıp beklemeliydin'' dedi.
''Sen benim annemsin Kriss, benden gizli şeylerin olamaz. Bu yüzden..''
''Bu, kabalığın için bir bahane değil.'' Gözlerimi devirdim. Kaşlarını kaldırdı. Her an patlayabilirdi.
''Özür dilerim'' diyebildim. Kapının dışına çıkıp iki kez tıklattım. Bu çok imalı bir hareketti, ama benden gizlediği şeyler vardı ve bunu hak etmişti.
''Derdin ne Jane?'' Sesi sakindi, en ufak bir vurgu ya da titreme yoktu. Başından savmak istiyordu sanki. Benimle uğraşmak istemiyordu. Zaten hiç istememişti. Beni ayak bağı olarak görüyordu.
''Jack, aradı ve gecikeceğini söyledi.'' Tek kaşını kaldırdı ve sorgulayıcı bir bakış attı. Ne yani, bundan da ben sorumlu değilim ya.
''Ne kadar?''
''Saat on buçukta evde olacakmış.''
''On buçuk?''
''On buçuk.'' Odadan çıkmamı işaret etti. Telefounu eline alırken kapıyı çekip çıktım. Hararetli bir konuşmanın ardından arabanın anahtarlarını alıp çıktı. Evde tek olmanın verdiği özgürlük, yalnız olmanın hissettirdiği ürpertici havayı hafifletiyordu.
Girişteki aynanın karşısında kendimi seyrettim. Bugün olanları düşündüm. Bir erkeğin dokunuşlarını hissetmek, her seferinde vücudumu ele geçiren elektrik akımı... Hayal edemeyeceğim kadar umursamaz hissetmiştim. Her şeyi göze almış ve ölümü unutmuş... Bunu özleyeceğimi ve hayır diyemeyeceğimi şimdiden biliyordum. İlk kez cinsiyetimden emindim. Arzulanan bir kız olmak cesaretimi iki katına çıkarmıştı. Ellerimi saçlarımın arasında dolaştırdım. Daha farklı mı görünüyordum? Daha büyük, daha normal ya da daha güzel...
Mutfağa gidip kendime portakal suyu sıktım. Televizyon izlemek güzel olabilirdi. Deri koltuğa uzanıp kanalları değiştirmeye başladım. Bir pembe dizi buldum. Başroldeki kız evin hizmetçisiydi. Zengin çocuk kızı seviyordu ama kız bir at bakıcısına aşıktı. Saçmalık. Telefonumun çalmasıyla televizyon keyfim aniden bölündü. Numara kayıtlı değildi. Oku sağa kaydırdım ve telefonu kulağıma götürdüm. Neşeli bir ses beni rahatlattı: Max. ''Aman tanrım beni korkuttun!''
''Telefondan seni yiyebileceğimi mi düşündün? Olasılığı artırmak için buluşalım, evin nerde?''
''Şey..ben'' Annem her an gelebilirdi, ama hayır demek istemiyordum.
''Sorun ne? Yalnız olmayacağız..'' dedi. Bunu düşünmemiştim bile. Jeremiah'dan sonra Max'i erkek olarak görmemeye başlamıştım sanırım.
''Umurumda değil, sadece bana geçerli bir yalan bul.''
''Gelince düşünürüz. Adresini ver.''
''Konumu atarım.''
''Tamam, bekliyorum.'' Telefonu kapattı. Aptalım ben. Gelecekti ve ben onu geri gönderecektim. İlk başta böyle düşünmüştüm ama gerçekten kötü bir şey yapıp yapmadığımdan emin değildim. Adresi gönderdim. Büyütecek bir şey yoktu aslında. Kararımı değiştirip hazırlanmaya karar verdim. Ama nereye gideceğimizi bilmediğimden giyinmek için gelmesini bekledim. Yaklaşan arabanın ve verandadan kapımıza doğru yaklaşan adımların sesini duydum. Çalmasını beklemeden kapıyı açtım. Max ve Meryln davet beklemeden içeri girdi. Max yanımdan geçerken elini omzuma koyup gülümsedi. Deri ceket ve siyah kot pantolonuyla motorculara benziyordu. Meryln okuldakinden biraz farklıydı, fazlasıyla seksi görünüyordu ama Max kadar değil. Parıltılı siyah bir mini etek giymişti. Önüne düğüm attığı kırmızı tişört göbeğini açıkta bırakıyordu. Makyaj yapmamıştı, sadece kırmızı bir ruj sürmüştü. Saçlarını düz tarayıp yandan ayırmıştı. ''Nereye gidiyoruz?''
''Dalga mı geçiyorsun? Burda tek bir mekan var'' dedi Meryln, ''Git ve giyin, ama sakın benden güzel olma.'' Kolundan tutup sürükleyerek odama çıkardım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Max de arkamızdan gelmişti, kapıyı yüzüne kapattık.
Odadan, mor mini bir elbiseyle çıkarken aklımda milyonlarca düşünce ve felaket senaryosu vardı. Alkol teklif ederlese doktorumun yasakladığını, sevişmeye çalışırlarsa AIDS'li olduğumu söyleyecektim. Bir süre idare ederdi, ama hastalığımı anlatmamı isterlerse söyleyebileceğim tek kelimem yoktu. Max bir telefon görüşmesi yapıyordu. Onu salonda volta atarken bulduk. Bizi görünce konuyu değiştirdiğini sezdim. Kaşlarını kaldırıp 'Ne?' dermiş gibi bana baktı. Gözlerimi ondan ayırıp aynanın karşısına geçtim. Saçlarımı yana aldım, dudaklarımdaki ruju yalayarak rengini biraz soldurdum. Meryln Max'e çabuk olmasını işaret etti. Annem her an gelebilirdi. Bir not bırakmalıydım, ne yazacağımı bilmiyordum. Beyaz kağıdı mutfak masasına koyup kalemi elimde çevirmeye başladım. Hadi Jane, kafanı çalıştır, kafanı.. Aklıma güzel fikir gelmişti. Jack hala evde değildi, onunla birlikte olduğumu belirten bir not yazmalıydım.
''Anne, sen gittikten hemen sonra Jack beni aradı.
Bana ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için yanına gi-
diyorum. Şimdiden özür dilerim.''
Jane
Kapıyı çekip evden çıktık. Araba yolunda park halinde duran Chavrolet'ye küçümseyen bakışlar attım. Max kaputa vurarak ''Öyle bakma, gördüğüm en dayanıklısı'' dedi.
''Bundan emin değilim'' Meryln saçlarını kulaklarının arkasına alıp esnedi. Uykunun sırası değildi. Ama uyuyamamış olabilirdi, buna neyin neden olduğunu merak ettim. Göz altı torbaları ve soluk benzi onu bağımlı gibi gösteriyordu -herhangi bir şeye; Max, Max, Max...- İyi görünmüyordu ve iyi değildi zaten. O halde neden bizimle gelmişti? Max sürücü koltuğuna yerleşirken sağ bacağını sakındığını fark ettim. Kapıyı dikkatle çekti ve eliyle bacağını koltuğa yerleştirdi. Belki de kısa süre önce bir kaza geçirmişti. Ama yürürken sendelemiyordu, uygun bir zamanda sormak için aklımdaki soruları bir kenara ittim. Araba ağır bir parfüm ve sigara kokuyordu. Meryln arka koltuğa uzanmıştı. Max'in yanında yerimi alıp emniyet kemerimi bağladım. Beni almaya geldikleri andan itibaren düşünmeden hareket ettiğimi fark ettim. Kaşlarımı çattım ve ellerimle uğraşmaya başladım. Pişman olmuştum. Annem ne istemiyorsa, neyden hoşlanmıyorsa onları yapmaya başlamıştım. ''Hey! Tereddüte yer yok, ben..iyi yalan söylerim.'' Bu söylediğine ancak gülebilirdim. Annemi hiç tanımıyordu. Alay edercesine gülümseyip başımı iki yana salladım. Jack beni öldürecekti, ona haber vermem gerektiğini biliyordum ama saat henüz on buçuk değildi. Daha sonra aramaya karar verdim. Max bir tuşa basıp müzik açtı. ''Bu hurdada CD çalar olmasına şaşmalı.'' Müziğin sesini daha da açtı: ''Seni duymuyoruum!'' Aptal şey. Gülmemek elde değildi.
Yolculuğumuz uzun sürmedi, birlikte şarkılar söyleyip eğlenmeye başlamışken bitti. Mekan, tahmin ettiğim kadar uzak değildi. Ara sokaklardan ilerledikçe çift katlı lüks evlerin yerini dört-beş katlı yıkık dökük binalar aldı. Ghetto beni her zaman ürkütürdü. Ama o an sadece merak uyandırmıştı. Burda yaşayan insanlar biraz aç, daha az temiz, ve daha bakımsız olabilirdi ama muhtemelen daha mutluydular. Kaybedecek fazla bir şeyleri olmaması ve sorumluluklarının az olması onları daha az stresli yapıyor olmalıydı. Benim ise her hareketimde annemin sözleri kulağımda çınlıyordu: ''Sesli gülme. Göz kırpma. Erkeklerle şakalaşma. Küçük adımlarla yürü. Otururken eteğini kırıştırma. İnsanlarla samimi olma...'' Benim hayatım başaksının kontrolü altındaydı ve benim hayatım benden çok herkesi ilgilendiriyordu.
Arabayı bir marketin yanına park ettik. ''Max, neden durduk?''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şeytanın Aşkı
Teen FictionHiçbirimiz Hak Ettiğimiz Hayatı Yaşamıyorduk Nasıl Olsa; Hep Ya Daha Fazlası, Ya Daha Eksiğiydi...