Sabahın erken saatleriydi. Yatağıma sığamadığımın farkındaydım. Hiçbir şey yapasım yoktu. Ne uyuyasım ne de uyanasım. Yatak ağır metalden bir yük. Ne kaldırabiliyorum ne de kaldırmak istiyorum. Aklımda yalnızca sıradan 2-3 sokak şairinin dergi köşelerinde yayımlamak üzere yazdığı aşk şiirleri kalmış. Ne ağır geceydi böyle. Ne ağır bir yük! Ne zormuş sevmek, ne zormuş! Ne zormuş aşk ne zormuş!Bir yerde okuduğum bir yazıda “Sabahlara sorunsuz uyanabiliyorsak bu içimizde olan yaşama umudu sayesindedir.” Diyordu. Beynimde tarifi yapılmayacak şekilde bu cümle yankılandı bir an. Defalarca, defalarca tekrarlandı.
“Kendine gel! Ne oldu da, ne yaşadın da neye üzülüyorsun” dedim. Kalktım öylece. Ne renkte olduğunu algılamadan üzerime bir gömlek altıma da bir kot giydim. Ceketimi de aldığım gibi çıktım yurttan. “En çok kendimi sevmeliyim.” Dedim içimden. Ve “Bugün” dedim. “Bugün alıp başımı en yakın sahile gitmeliyim. Alıp başımı en yakın deniz kokusunu içime çekmeliyim.”
Herhangi bir otobüs firmasına gittim. Bolu’dan yalnızca 80 dakika uzaklıkta Karadeniz’in en güzel sahil şeridine sahip küçük ama şirin sahil köyü olan Akçakoca’ya bir bilet aldım. Numarasına bakmadan en arka sıraya yer ayırttım. Zira hep en arka sıradan bir koltuğa yer ayırtırım. Çünkü en arkada oturduğunda kimsenin seni görme gibi bir şansı yoktur. Bu sebeple ne zaman gülüp ne zaman ağlayacağına kendin karar verirsin. Ama çoğunlukla ağlamak için idealdir. Özellikle uzun sürecek bir yolculukta isen. Kimsenin seni görmediğini ve görmeyeceğini bilerek bilhassa geceleri ağlama özgürlüğü. Eğer özgürlük arıyorsam en çok aradığım özgürlük alanı bu olurdu: Rahatça ağlayabilmek. İnsanlar güldüğünde genellikle hep özgür olur. Ama ağlarken çoğunlukla gizli köşe bucaklara saklanmak zorunda kalırlar. Çünkü gözyaşları kimsenin görmemesi gereken son derece özel bir şeydir.
Bir yolculukta istisnasız yanına alman gereken iki şey vardır: Birincisi en çok sevdiğin kitabın(Franz Kafka-Milena’ya Mektuplar), ikincisi ise tabii ki kulaklığın. Şüphe götürmez bir şey de var ki bir kitaba yakışan en güzel şey herhangi bir Birsen Tezer müziğidir. Bu üç şeye sahip olduğunda yolculuğun uzun veya kısa olması pek fazla önemli olmayan bir şeydir. Bu sebeple yolculuk sırasındaki o zaman zarfında hayat çekilebilir hale geliyor. Bu dediklerim bir de sahil kentinde sıradan bir büfede oturup çayını yudumlarken de anlamlı tabii.80 dakikalık yolculuk bu şekilde çekilir hale gelmiş ve Akçakoca’ya varmıştık. Bir an önce kendimi otogara atıp bir servis bulma telaşesine düştüm. Ve servise bindikten sonra sahile mümkün olduğunca en yakın yerde indim. Uzaktan içime içime çektim denizin yosun kokan kokusunu. Uzaktan duydum sağır edercesine gürültü yapan martıların sesini. “İşte bu!” dedim. “Ben burada olmalıyım.” Derhal etrafıma bakındım. Sahile muhtemel yakın bir büfe vs. bulma çabasındaydım. İstediğim çayı yudumlarken denizi seyretmek umudunu taşıyordum içimde.
Az sonra denizden 300 metre yükseklikte duran bir kulübe keşfettim. Hemen içine bakındım. Kendi halinde ahşaptan yapılan bu kulübe tam hayallerim için düşünülmüş bir yerdi. Hemen dışarısında dizilmiş iskemleler ve tam karşısında deniz. Hemen en sonda duran iskemleye oturdum ve garsondan bir çay getirmesini istedim. Ve öylece izlemeye başladım denizi.
“Aslında sevmek gerçekten ilkte gizliymiş” dedim İhanetimi hatırladım o an. Evet! 20 küsür yılı aşkın sevdiğim asıl kadını. Sanırım ben sevmekten çok sevilmeyi arar olmuştum. Onun beni sevmesi kadar sevilmeyi. Aşkı öğrenmeye çalışan deneyimsiz bir genç olmayı ve tekrar tekrar gözlerimi onunla buluşturmayı özlemişim.
Kendimi affetmem için bana güç ver tanrım! Ben bir ömür uğruna aklıma ve kalbime oruç tutturmaya yemin ettiğim kadına; onsuzluğu unutmak adına, bir anlık gaflete düşerekten ihanet ettim. Tanrım, memleketim kokan kadın! Onu çok özlüyorum galiba. Elya kadar korkak olmayan kadını, Elya kadar küçük düşürmeyen kadını. Evet, o kadını minnettar gözlerime mütevazice bakan ellerimi değil de yüreğimi tutan kadını. Memleketim kadar masum olan kadını: Annemi.