XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"

107K 6.1K 9.1K
                                    


Ayayayay geç kaldım.

Hemen yıldıza basalım mı? Bölümü yayınlayıp hemen yazım hatalarımı düzenliyorum. Ortalarda çıkıp tekrar girin olur mu?

Bölüm sonunda görüşürüz
Keyifle okuyun❤

Gece yarısına az bir vakit kalmış, evin bahçesinden sarkan ağacın dalları
duvarları aşıp dışarıya doğru sarkıyordu. Duvarlar yüksekti. Birinin atlamayacağı kadar yüksek. Korumalı. Güvenli.

Çünkü evde minik bir tehlike vardı.

Minik, sahiden çok minikti.

Topuklu ayakkabılarımın üzerinde evin bahçesini aştım hızlıca. Hakim olan sessizliği farkındaydım ama bir umut uyumamışlardır diye düşünmeden edemiyordum. O tangır tungur topuk seslerim cam kapıdan içeriye doğru girince kısıldı. Işıklar açıktı, Fetih elbet eve geleceğimi biliyordu. Sebep bu ya hiçbir ışığı kapatmamıştı. Sebep bu ya, bu ev biraz farklıydı. Diğer evlerin aksine ışıklar özellikle açık bırakılırdı.

Etrafa baktım. Her şey derli topluydu. Bu da demekti ki gerçekten uyumuşlardı. Yoksa akranlarına göre dağınıklığı dillere destan olmuş kişi mutlaka bir yere herhangi bir şeyini atardı ve o şey gecenin son saatlerinde yapılan toplama işlemine kadar bulunmazdı. Ayakkabılarımı çıkardım, uykusu çok hafifti. Pamuk ipliği benzetmesini bile yapamayacak kadar çok.

Gözüm kapalı atabileceğim adımlar beni merdivenlere yönlendirdi önce. Tık tık çıktım yukarı parmak uçlarımda. Ayaklarım ilk bir miktar diğer odalara göre küçük ama epey ferah, göz yormayan ama iç açıcı renklerle donatılmış, her tarafında oyuncaklar olan yere gitti. Beşik boştu, oda gibi. Zaten bu oda, diğer odadan önce olmasa kesinlikle ilk diğerine bakardım.

Evde ölüm değil uyku sessizliği vardı. Bu sessizlik o kadar mayıştırıcıydı ki gidip bu enerjiyi eve yayanların yanında uyumak istiyordum. Hafızam her şeyi silmiş gibiydi. Böyle sanki bu yaşta doğmuş bu eve bırakılmıştım. Bir tek adımı, Fetih'i ve adını koyduğumu biliyordum. Başka hiçbir şeyi bilmiyordum. Bu evin yolunu biliyordum, bu evde hangi oda nerede biliyordum, bu evde kim uyuyor onu biliyordum. Başka da bir şey yoktu. Kafamın içi yine de boş değildi. Bunlar o kadar büyük şeylerdi, o kadar yer kaplıyorlardı ki zaten. Zorlamıyordum kendimi. Ve bu sanki o kadar hassas bir rüya ya da hayaldi ki zorlasam büyüsü bozulacaktı. Düşünürsem çok şey hatırlayacak gibiydim ama düşünmek asla yapacağım bir şey değildi. Tam da şu an. İlk kafamı uzattığım odada gördüğüm iki bedene kadar.

Bir tane kocaman, bir tane küçücük iki beden.

O kadar küçük ya da o kadar büyük ki birinden biri, tek beden gibi gözüküyorlardı. Her şeyleri o kadar tezattı ki, burun buruna oluşları beni bir an güldürdü. Birinin burnu nohut kadardı diğerininki onun yanında kocaman kalmıştı. Birinin eli kocamandı diğeri kavramaya çalıştığı parmağı sarmalayamamıştı bile. Burun burunalardı ve ağızları arasına minikliğine bakmadan tutmaya çalıştığı o parmak girmişti.

Öyle ki Fetih mutlaka uyuyana kadar sayıklar gibi, mırıldanır gibi ve soluklanır gibi belli aralıklarla öpüp durmuştu o eli. Ben yemek istiyordum, o nasıl bu kadar zarif kalıp öpebiliyordu bilmiyordum. Buradan ibaret olan hafızam bir şeyi daha hatırlıyordu.

Benim küçük kızımın başında doğduğu ilk günden beri tokaya benzeyen, kocaman, onu hep aşırı süslü ve bir moda ikonu gibi gösteren bebek ribanası vardı. Böyle fiyonklu. Her renkten bir tane olan. Ve Fetih benim yokluğumda bile aksatmıyordu takmayı. O da alışmıştı. Alıştırmıştım ya da. Bilmiyordum.

SERÇEYİ ÖLDÜRMEKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin