Episode 3: Unbalanced

3.2K 302 128
                                    

"They say I did something bad, then why's it feel so good?"

*

Çıkış zili çaldığında, masamdaki her şeyi toplamış ve çantamı sırtıma takmış bir şekilde kapının önünde Jimin'i bekliyordum.

Gün içinde yapacak pek bir işim kalmamıştı. Okuldan çıktıktan sonra her zamanki yere gidecek, kalan işlerimi halledecek, gece belki eve gidecek belki ise sızacak ve olduğum yerden kaldırılmayı bekleyecektim.

Durumlarım, zorunda kalmadığım sürece pek değişmezdi.

"Dalmışsın, Kookie?" Jimin'in naif sesini duyduğumda oraya çevirdim başımı. "Çocuklarla Alex'in mahzenine gidiyoruz, gelmek istersin diye düşünmüştüm. Geceni bana ayırırsan yarına-"

"Hayır, Jimin," dediğim anda ise omuzlarını düşürmüş ve gözlerini devirip oflamıştı. "Tanrım, cidden!"

"İlgilenmediğimi biliyorsun, gece için Yoongi'ye söz verdim, gitmem gerekiyor. Belki akşam olabilir, hm?"

"Gerçekten..." Durdu, çatık kaşlarıyla bana baktı, gözleri yüzümü turladı. "Tamam, dediğin gibi olsun. Akşam dağınık bir şekilde yanıma gelirsen gerçekten tüm-"

"Anladım!" dedim sabırsızca gülümseyerek. "Bağırma, söz veriyorum sorun çıkmayacak. Akşam konuşuruz."

Jimin beni son kez tembihleyip yanımdan ayrıldığında, arkasından bende ilerlemeye başlamış, sevgili resim öğretmenimin, beni beklediğini bildiğim odasına doğru ilerlemiştim.

Uğraşmak, hoşuma gidiyordu.

Merdivenlerden inip ilk katta bulunan resim odasının önünde durduğumda, derin bir nefes almış ve tıklatmıştım kapıyı.

"Gel." 

Duyduğum tok sesin ardından açtığım kapıdan içeri girmiş, masasına yaslanarak bazı dosyaları imzalayan öğretmenime bakarak kapamıştım kapıyı. Başını hafif bir açıyla yukarı kaldırıp gözlerime bakmış, elindeki kağıtlara son kez göz gezdirdikten sonra yerinde dikleşerek kalçasını masaya yaslamış ve bana bakmıştı. "Gel, Jungkook. Ürkek gibi neden kapıda duruyorsun?"

"Ürkek?" dedim gülerek. "Sanırım algılarınız bugün pek açık değil, hocam. Zira hangi taraftan bakarsanız bakın ben, ürkek göreceğiniz son kişi bile değilim." Bir taraftan konuşuyor ve diğer taraftan ona yürüyorken, o yüzünde küçük bir sırıtmayla beni izliyordu. "Meselenin ne olduğunu öğrenebilir miyim? Birbirimizle yeterince vakit kaybettiğimi düşünüyorum."

"Bu kadar acele etme, Jungkook. Peşinden birileri koşturmuyor ya?"

Küçük tebessümüm de o sırada kesilmişti. "Kes tatavayı. İma yapıp duruyorsun. İstediğin neyse uğraştırmadan söyle."

Şimdi ikimizde yüz yüze bakıyor, alaylı bakışlarımızı çekmiyorduk. Bana aynı şekilde karşılık veriyor, tavırlarımı yadsımadan hala aynı arsızlıkla beni inceliyordu.

Tam da bu sıralarda, aslında doğru olanın ne olduğunu anlamadığım için pişmandım.

"Kendini çok yüksekte görüyorsun."

Beni baştan aşağı süzdükten sonra kurduğu cümleyle beraber kaşlarım havalanmış ve gizleyemediğim küçük bir şaşkınlıkla ona bakmıştım. Kollarımı göğsümde bağladım, ona bir adım daha yaklaştım ve hafifçe başımı kaldırdım. Tanrım, bu sözlerle mi ilerleyecektik?

"Öyle, biliyor musun?" dedim, başımı eğerken. "Hatta belki de kimsenin ulaşamayacağı kadar yüksekteyim. Hiç tereddüte düşmedim."

"Peki, senin bu 'yüksek' yerlerini kaldırabilecek birilerini bulmak zor olmuyor mu, Jeon?" Hafifçe çektiği alt dudağını dişliyor, parlak irisleri yüzümden şaşmıyordu. "Herkesin bunu çekebileceğini düşünmen de ayrı bir ironi elbette."

ciao, amore. | taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin