Bu sabah uyandığımda artık hikayemin diğer kısmına başlamıştım."Günaydın Vurgun hanım. Bu sabah senin şu yaşlı gazateci getirdi gazetelerini. Kaç aydır neredesin, bizim kız bıktı beklemekten dedim. Işleri varmış köyüne gitmiş. Uzat bakalım kolunu iğneni yapalım. Hah aferim benim güzel kızıma. Saçlarını kesmemiz iyi oldu yüzün gözün açıldı. Doktor Murat bu gün bahçe saatlerini arttirmamizi istedi. Havalarda ısınıyor hem bol bol gezeriz. Ama artık akşamları çıkmak yasak. Akşam çıkınca uyumak istemiyormuşsun. Feyza söyledi."
Uyanmıştım. Şimdi yaşadığım her şeyin yalan oluşuyla yüzleşiyordum. Fakat bu yüzleşme bağıra çağıra değil sessizceydi. Hiç bir tepki vermeden tertemiz kokan klinik odasında bir başıma verdiğim bir savaştı. Küf kokan odam yokmuş benim. O koku fenalaştığımda vurulan iğnenin verilen serumların kokusuymuş. Her ay beklediğim mektuplarda yokmuş hatta. İhtiyar bile gerçek değilmiş. Gogol'u uyduran beynim gazeteleri mektup, gazeteciyi gerçekleri gizlice yüzüme vuran ihtiyar yapmış.
Ben gerçeklerle boğuşan bir hastaydım ve şimdi yalanlarla dolu bu dünya beni yalan dolu şırıngalarla iyileştiriyordu. Belki de fikirler ölmeden ölemezdim. Bir kaç doz yalana, bir iki insana ve anneme ihtiyacım vardı...
Peki Murat? O da mı yalandı? Yalandı. Yalnızlığıma acımasızca ortak aramıştım. Murat yoktu. Mektuplar yalandı. Kabullenmem kaç iğne sonrayı bulacaktı.
"Geçen gün akşam gezisinde kafanı vurmuşsun kaşını yarmışsın. Bizim Makbule abla, hani şu tombul olan hah o işte görmese kimseye söylemeyecekmişsin." Elim istemsizce kaşıma gitmişti. Yaralarım gerçekti. Hakkında hatırladığım her şey yalandı ama izleri gerçekti. O zaman hissettiğim tüm acılarda gerçek olmalıydı. Çünkü düşündükçe acıyordu canım, en içim.
Yani başımda duran kadından yalvar yakar kalem ve bir kalın defter alabilmiştim. Vermemekte çok ısrarcı olmuştu ama nasıl olduysa ikna edebilmiştim. O çıkınca odadan saatlerce uyumuştum. Verdikleri ilaçlardan dolayı olduğunu artık biliyordum. Bu da geceleri saatleri neden saydığımı açıklıyordu.
Bu akşam dışarı çıkmak gelmedi içimden. Ne acıydı? Öyle yanıyordu ki yüreğimin en uç köşeleri. İnsanın inandığı gerçekler birer yalandan ibaret olunca beyni yeni bir dünya yaratıyordu. Sonra o dünyaya binlerce yalancı çiçek ekiyordu. Açmayınca çiçekler ne bahar geliyordu ne kış bitiyordu. Bende yalandan kaçan bir yolcuydum. Yalanlar canımı yakmıştı ama o tüm yalanları ben uydurmuştum. Ne tür bir boşluktu bu. Hiçlik böyle bir şey miydi? Ne koysam o boşluğa bir türlü dolmuyordu. Verilen ilaçlar beni uyutmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Bu başıma üşüşen şeyler dertlerim değildi de neydi? Günlerce bir masalın en ucuz sayfasını yaşamışım.
Hemşire defteri getirip yanıma bıraktığında Doktor Murat'ta onunla birlikte gelmişti. Elinde ki defteri görünce yeni yeni yerine gelen aklım onun eski günlüğüm olduğunu anlamıştı. Yüzümün insanca bir halde kıpkırmızı olduğunu hissediyordum. Günlüğüm değildi o. Yalanlarımı yazdığım eski bir romandı. Gogol, ihtiyar, sevgilim sandığım fakat kabullenmediğim Murat, mektuplar... Her şey benim uydurmamdan ibaretti ve ben Doktor Murat'ın söylediklerine kanıp her birini tek tek yazmıştım.
Bir yıl öncesiydi. İki hemşire zar zor girmişlerdi koluma. Bir deli önlüğü dedikleri şu sırttan bağlamalı gömleklerden yoktu üzerimde. Haksız olan bendim. Yatağımdan çıkmak gelmiyordu içimden. Hatta yemek yemiyor yedirmeye çalışanlarında burnundan getiriyordum. Doktor Murat ile görüşme saatim gelince hiç olmadık inatlara girmiştim. Neden yaptığımı bende bilmiyordum. Ama o an onu yapmak beni kurtaracak, rahatlatacak sanmıştım. Ah şu başıma gelenler ne hallere sokmuştu beni? Küçükken kolaydı ağlamak. Annem yanaklarımı öpünce geçiyordu. Hiç kalmıyordu izleri.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vurgun
Non-FictionNe ruhum tutsak ne kalbim vurgun. Bir delinin hatıra defteri değil, sadece kendimden geçişimin izleriydi bu sayfalar. Parmaklarımın benden vazgeçmeden, benden kopan ruhumun izlerini çizmiştim bu sayfalar. Ben saatleri saydım kendimden kurtulmak için...