SENA ŞENER~ ÖLSEM
Saat 00.44 gecenin bir vakti. Şubat'ın sonlarındayız. Ya çok soğuk ya da kansizlik denen meret titretiyor beni. Öyle ki ruhum bile zangındıyor bu soğuktan.
Yatağımın ucundayım. Anneannemden yadigar acilarla bir basa kaldığım bir gecedeyim. Salondan gelen sönük televizyon ışığı bile benden daha aydınlık bu gece. Sahi babam ne çabalarla almıştı o külüstürü. Bir kaç düğmesi de düşük oysa ki. Ama yine de bağlıyor kendine. Tüm aile başından ayrılmıyor. Aile... ailem...
Ne değişik değil mi? Bu sözlerim bile kıçı kırık televizyona kırgın, küs. Benden olmayan her şeyi çalmış gibi.
Bana kalan tek şey şu elimde oynattığım ucu terden paslanmış yılların anılarla harmanladığı kolye. Bir kaç bir şey söylese belki bu soğuk gece aydınlanırdı. Biraz muhabbet eder sonra her gece yaptığım gibi buzdan beter yatağa girip uyurdum. Uyumak. Sanki daha çok kaçmak gibi. Zamandan kaçıyorum. Biraz kendimden bazen de hiç olmayacak düşüncelerimden. Ama ne olursa olsun nedenini bilmediğim her şeyden kaçıyorum çoğu gece.
Bazen çift başlı yılanlara sığınıyorum rüyalarımda. Bazen çığlığımi duyamadığım koşsam da bir yere varamadığım rüyalarıma.
O bile güzel geliyor. Korkutuyor beni ama yine de içine çekiyor.
Ayağa kalkıp yatmak geliyor içimden ama ne ben uyuyorum ne de eskisi gibi korkutan rüyalar kabul ediyor beni.
Onlar da bırakmış beni, ben bilmeden.
Saat 00.59 hala uyumadım. Gözlerim yanıyor, sanki her dakika beynim de sayıyor.
Biraz uyusam. Gözlerimi kapatıp kendimi bu ıssız yalnızlıktan kurtarsam ah biraz uyusam.
Belki yürümek iyi gelir diye kalkıp dolandım küf kokan odada. Annem ne temiz kadındır bir bilseniz. Ne ettiyse geçmedi bu küf kokusu. Öyle ya Bana da yoldaşlık ediyor. Nazımı çekiyor. Ne kadar küfür de etsem vazgeçmiyor benden küf kokusu.
Bir masam var odada o bile illallah etti benden. Bir ayağı hep kısaydı. Küçüklüğümden beri ucuna sıkıştırdığım karton parçasıyla duruyor ayakta.
Gidip başında durdum. Sanki defol başımdan der gibiydi. Ne çektim senden uyusan da kurtulsam dırdırından der gibi.
Bir kaç yerine adımı kazımıştım. Mavi siyah boylar hala üzerindeydi. Iki renk de solmuş ama hiç geçmemişti.
Bunları kazıdığım gün ne dayak yemiştim annemden. Abim abarta abarta anlatmıştı anneme.
'Anne Vurgun masayı kazıdı. Beş kuruş yok ev de bir de masa masrafı çıkardı başımıza' demişti. Oysa masa aradan geçen her zalim güne rağmen ayağım dibinde duruyordu. Artık beş kuruştan fazlası bile vardı.
Yediğim dayaklarsa... Onlar hala en derindeydi. Bir yer de gizleniyorlardı. Ne zaman üzülecek bir şey olsa kış uykusundan uyanmış kara yılanlar gibi uzatıyorlardı kafalarını. Hatırla diye tıslayıp karanlığa gömülmüş olan ruhumu daha da dibe çekiyordı. Yıllar geçmişti o dayağın üzerinden ama ne tuhaf bu sararmış masaya her baktığım da acır yanaklarım.
Saat 01.17 ne uykum var ne de ben. Güçsüzce yanıp sönen televizyonun ışığı bile terk etmişti kapının eşiğini. Geriye kalan biraz horultu biraz mutfaktan gelen su sesiydi. Annemi buradan tanırdım işte. O ben uyuyamadigim da başımda dururdu ya da mutfakta oyalanır geceye kalan bulaşıkları yıkardı. Ben kendimi onun uyanık olmasıyla kandırırım. Oda beni bulaşık sesiyle.
Geceyi dört gözle beklerim ama karanlıktan korkarım. Uyumayı sevmem ama uyumaya da can atarim. Ne büyük yüzsüzlük ama. Nankörlüktü bu.
Saatler geçmiş aradan. Günlerdir uyuyamadığım uykum bana acımış bir baygınlık gibi sersemleştirmişti beynimi. Hangi ara o yatağa girdiğimi hatırlamıyordum. Soğuktan ısınmak için ayaklarımı bile birbirine sürtmemiş buz gibi döşeğe uzanmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vurgun
No FicciónNe ruhum tutsak ne kalbim vurgun. Bir delinin hatıra defteri değil, sadece kendimden geçişimin izleriydi bu sayfalar. Parmaklarımın benden vazgeçmeden, benden kopan ruhumun izlerini çizmiştim bu sayfalar. Ben saatleri saydım kendimden kurtulmak için...