0 . 2

470 65 12
                                    


flashback

alarm sesleri koca evi doldurdu, yatağın başındaki dijital saat 07.34'ü gösteriyordu. dersi 09.00'da başlayan genç el yordamıyla aradığı saati buldu ve üzerine vurarak susturdu. daha erken kalkıp kahvaltı yapmayı, yavaş ve rahat hazırlanmayı dilerdi ama her zamanki gibi erken kalkamamıştı. büyük yatağında bir sağa, bir sola döndü. güneş, panjur perdelerinden odasına yeni yeni ulaşıyor sayılırdı. zor da olsa kendini yatağından kaldırdı ve çıplak ayaklarını soğuk tahta zeminde sürterek odasındaki banyoya kadar ilerledi. ilk iş olarak yüzüne birkaç defa su çarptı ve geri kalan işlerini halledip bugün ne giyineceğine karar vermek için dolabının önündeki yerini aldı. bir dolap kıyafeti vardı ama gence bıraksanız beyaz tişört ve siyah pantolondan başka bir şey giymezdi. bugün bir ayrıcalık tanıyıp kısa kollu, mavi çizgileri olan bir gömlek giydi her zamanki kombinin üzerine. saçlarını, yüz bakımını ve birkaç işi daha halledip hazır olan çantasını aldığı gibi aşağı kata indi. tereddüt ede ede evi kolaçan etti. alışık değildi tabii tek yaşamaya, ayakkabılarını ayağına geçirdi ve kısa bir süre içinde evden çıktı.

günlük rutini gibi okuluna doğru ilerledi, bir yandan kulaklığından şarkı dinliyordu. yerden ayırmazdı gözlerini ama ne hikmetse bugün tüm vücudu kendinden bağımsız hareket eder gibi karşıdaki çiçekçiye kaydı gözleri. belli ki yeni kalkmıştı kepenkleri. elindeki mat yeşil sulama kabı ile dükkan önündeki çiçekler sulayan çocuk ise diğer çiçeklerden daha ilgi çekiciydi. gözlerini alamadı ondan, kulaklıklı çocuk. elindeki sulama kabıyla çiçekleri sularken onlara bir de şarkı mırıldanıyordu. daha net duyabilmek adına kulaklığını çıkartsa da insanların ve arabaların gürültüsünden kelimeler çok seçilemiyordu, o kadar gürültü olmasına rağmen sesinin büyüleyici derecede güzel olduğu aşikârdı.

요즘 따라 시간이 이상해
(zaman tuhaf bugünlerde)
헤어진 날에서 며칠째 살아
(ayrılığımızı bugünlerde yaşıyorum)
지긋이 보는 까만 하늘이
(gece gökyüzü bana bakıyor,)
눈동자를 닮았어
(senin gözlerini andırıyor)

siyahlı bir süre daha çiçekçiyi izledi, zaman akıp geçiyordu. insanların hepsi sabah koşuşturmasındaydı, kaldırımlar dolmaya başlamıştı. o koşuşturma içinde siyahlının da olması gerekiyordu ama şu an gerçekten de çiçekleri kıskandıracak güzellikteki çocuktan gözlerini alamıyordu. belki kendisini fark etse bir daha bu yolu bile kullanamayacak kadar utanırdı ama bugün sanki başkası yönetiyordu bedenini. kendisine çarpan bedene kadar gerçek dünyadan soyutlanmıştı. takım elbiseli adam çarptıktan sonra özür dilemedem yanından geçip gitmişti, işe yetişmeye çalışıyor olmalıydı, siyahlının da yetişmesi gereken bir ders vardı en sonunda. kol saatine baktığında saatin 08.33 olduğunu gördü. kafasını tekrardan çiçek dükkanına çevirdiğinde dakikalardır baktığı çocuğun orada olmadığını gördü. geç kalmıyor olsa oraya girip çiçek alma bahanesi ile çocuğu bir kez daha görmeyi dilerdi, ancak bunu şimdilik sonraya erteledi.

"kendine gel jongseong!" ellerini yanaklarına vurup derin bir nefes aldı, bu onun kendine moral verme/motive etme yoluydu ama zavallı çocuğun haline bakarsanız şu an aşırı derecede kafası karışık hissediyordu. içindeki bu duygulardan mı yoksa o çocuğun yaydığı auradan mı bilinmez, aralarındaki bağ gerilmişti. koşar adımlarla insanların içine karıştı ve gideceği yol boyunca bugünkü çocuğu çıkaramadı aklından, sadece yol boyunca mı? derste, evde, yemek yerken, uyumadan önce ve uyanınca. geçirdiği 24 saat boyunca bir kere bile olsun zihnini terk edememişti. jongseong da kendine söz verdiği gibi sabah ilk iş, aynı saatte aynı çiçekçiye gitti. kim tahmin edebilirdi ki artık büyük bir çiçek sevdalısı olacağını.

the language of flowers. | jaywonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin