Frezya

163 36 3
                                    

Eskilerin bir lafı vardır. " Allah onca elemi, kederi önce heybetli dağlara vermiş ama yüce dağlar dayanamamış. Bir insan çıkmış dayanan." Hafıza-ı beşerin nisayn ile malül olmasından mı, yoksa yaratılmışların en dayanıklısı olduğundan mı bilinmez; insan, ne kadar ağır yük var ise hepsiyle başa çıkmayı başarabilmişti. Kimilerine göre unutmak nimetti, kimine göre ise hatırlamak. Nevin hanım, kendisini yıkan anıları unuttuğu için, Mihriban da babasından kalan her anıyı hatırladığı için şanslıydı kim bilir?

Aradan neredeyse koskoca bir buçuk ay geçmiş ve Mihriban, ancak dönebilmişti görevinin başına. Adliyede yeni olmasına rağmen, mesai arkadaşları onu oldukça içten karşılamış ve odası bir çok farklı kurumdan gelen çiçeklerle dolmuştu. İnsanın dayanabilirliği konusundaki düşüncelere ise odasını cennet gibi kokutan büyük frezya saksısına bakarken dalmıştı. Babasının en sevdiği çiçekti frezya. Umut ve neşe çiçeği derdi onun için. Küçücük bahçelerine neredeyse her renginden ekmişti. Sonbaharda bütün tabiat uykuya dalarken frezyalar açar ve geleceğe dair umutlu olmayı hatırlatırdı. Çiçeğin üzerindeki isimsiz notu okudu yeniden. Not her ne kadar isimsiz de olsa kimden geldiğini anlaması güç olmamıştı. "Çiçekçideki bütün çiçekleri kokladım teker teker. Ama senin kokuna en yakın bunlardı yaprak göz. Bir tane de kendim için aldım. O kokuyu bir kez yakından duyduktan sonra bir daha onsuz olamazdım." Babasına dair hatıraları sık sık dolarken aklına, o karanlık bakışlı adamda babasına dair izler bulmanın, sesinde aynı şefkati, bakışında aynı huzuru hissetmenin, onu ilk tanıdığı günden beri hayrete uğratan, kimi zaman da frezyalar gibi umuda düçar eden eşssiz tevafuklar olduğunu düşünüyordu.

Beş gün önce yine hayalet gibi odasına giren adam, yatağın bir kenarına kıvrılmış halde yatan Mihriban'ın yanına sokulmuş ve sonunu düşünmeden kollarının arasına almıştı onu. Saç diplerine kondurduğu uzun soluklu öpücükler, en derin uyuyanları bile uyandıran cinstendi. Hissetmişti Mihriban'ın uyumadığını ama " açma gözlerini yaprak göz" demişti. "açarsan dilim tutulur, konuşamam." Açmadı Mihriban gözlerini. Sabırsızlıkla konuşmasını bekledi genç adamın ve biraz beklemenin üzerine şu sözler döküldü Devrim'in ağzından.

" Ben daha önce kendimden başka bir insanı bu kadar kendime katacağımı düşünmemiştim. Sokak lambasının ışığında sıcak nefesin elime vururken, o an olduğum adamdan başkası olmak, sıradan biri gibi sana yaklaşmak için nelerden vazgeçeceğimi  tartıyordum. O kadar hengamenin arasında sanki nefes almak için ilahi bir güç tarafından sık bir ormana bırakılmış gibi hissettim. Oksijen oldukça doyurucu ama sanki ben o havayı içime çekersem kaybolacak gibi de korkutucuydu. Gözlerinden kopup yapmak zorunda olduğum işe dönmek çok zor geldi bana. Sonra karargahta seni gördüm yeniden. Allah'ım dedim; sen beni gerçekten seviyorsun. Herkes terk etse bile beni sen bırakmamışsın. Yaşamam için bana sebeplerin en güzelini göndermişsin. Saçına hayran kaldım, gözüne zaten ilk bakışta vuruldum, sonra kendinden emin duruşuna, meydan okur bakışına, bir de duydukça kırgınlıklarımı gideren sesine. Bak ben bu lafları edecek adam değildim ha, sen kaçırdın şirazemi. Orda burda duyarsam eğer bu laflarla ilgili bir ima, yakarım çıranı yaprak göz. Hele o Seyit denen dallama hiç duymasın. 

Diyeceğim o ki yaprak göz; eğer gözünü açar da bu sözlerimin hiç bir kıymeti yokmuş gibi bakarsan bana, işte ben o zaman yeniden terk edilir, yeniden kimsesiz kalırım. Hiçbir yurt, hiçbir yuva kabul etmez beni. Ben evimi senin o gözlerine kurdum. Gözünü açıp da yıkma evimi barkımı."

Derin bir nefes aldı Mihriban. Tıpkı Devrim'in o akşam saçlarının arasında aldığı nefes gibi derin. Tam beş gün olmuştu onu görmeyeli, yahut sesini duymayalı. O gece onun sesi öyle işlemişti ki hafızasına, elindeki notu defalarca kez onun sesiyle okumuştu. Keşke gözlerini açabilseydi o an. Açıp da bak evin burada, dimdik ayakta diyebilseydi.

Dün gece katıldığı toplantıda yoktu genç adam. Kerkük'te bir adamın peşindeydi. Firaz Roni göndermişti onu oraya ve öğrendiğine göre örgüt büyük bir karışıklığın içindeydi. İçlerinde önemli bir sızıntı vardı ve bu sızıntı da en tepedeydi. İstihbaratın önünde iki yol vardı. Ya bekleyecek kendi kendilerini yıkmalarını izleyeceklerdi, ya da şimdiye kadar elde ettikleri deliller ışığında eş zamanlı operasyonlar yapacaklardı. Çoğunluk bekleme taraftarıydı. Silahlı kuvvetler her an bir operasyona çıkacakmış gibi teyakkuzda idi. Sığınakların yerleri belirlenmiş ve sözde liderlerin nerelerde saklandığı tespit edilmişti. Ancak içeride adamları vardı. Elbette Devrim tek başına değildi. Dağ kadrosuna katılan, kaçakçılık yapan, hatta uyuşturucu sevkiyatlarını yürüten eğitimli askerlerdi bunlar. Hiçbirinin canı tehlikeye atılamazdı. Mihriban, toplantıda kendine düzenlenen suikastın aslında Melih Erdemli'yi hedef aldığını da öğrenmişti. Melih savcı, Azat Roni'nin adının karıştığı, rızası dışında genç bir kızı alıkoyma, tecavüz ve öldürme davasını yürütüyordu ve geri adım atmayacağını açıkça ilan etmişti. İşi yokuşa süren her devlet yetkilisine uyguladıkları tehdit ile sindirme geleneğini Melih Erdemli'ye de uygulamışlar ancak kesin olmamakla birlikte bu kez hedef şaşırmışlardı. Kesin değildi çünkü toplantıdan çıkan göz korkutma kararı bir ileri seviyeye taşınmış ve direk cana kast etmişlerdi. Mihriban'ın döviz bürosu saldırısını soruşturuyor olması da onu hedef tahtasına koyuyordu. Alınan ekstra tedbirler sayesinde iki genç savcı, büyük bir koruma kalkanı ile hareket ediyordu. 

Kol saatine baktığında öğle arasının yaklaştığını gördü. Sahra birazdan kapısını çalar ve istediği bir şey olup olmadığını sorardı. Biliyordu, çünkü sabah ona bir süre bu şekilde devam edeceğini söylemişti. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya sebep vermemek için Melih ile de arasına mesafe koymuştu Mihriban.  Sabahki kahve davetini kibarca reddetmiş ve biriken işlerini toparlayacağını söylemişti. Ardından gelen öğle yemeği telifini de aynı kibarlıkla savuşturmuştu. Melih'in yüzünün asıldığını görmüştü ama yapacak bir şeyi yoktu. Hele içindeki fırtınanın güvenli bir limanda dindiği günden sonra kimseye ümit veremezdi. Tekrar frezyalara takıldı gözü, yerinden kalkıp yanlarına kadar gitti ve kokularını derince içine çekti. Arkası kapıya dönüktü. Sessizce içeri süzülen bedenin Sahra olacağını düşünmüş ve ilk onun konuşmasını beklemişti. Ama o frezyaları koklarken, onun kokusunu içine çeken başka birisiydi...

Kara KutuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin