Birini unutmak da alışmak kadar zordu. Kaan bunu zor yoldan öğrenmişti. Çok zor yoldan.
Birini unutmak onun sesini unutmak, nasıl koktuğunu unutmak, nasıl güldüğünü unutmak zordu. Zaman alıyordu. Sonra biri çıkıp "Aaa gördüm" diyordu. "Çok mutlu. Keyfi yerinde." İçten içe sevincinize karışan zehrin tadını alıyordunuz. 'neden?' diyordu öfkeyle bir canavar. 'neden? ben mutlu değilim o da olmasın'
Elindeki kitapta bir cümlenin altının çizildiğini gördü. Bu kitapları kargolaması gerekirdi belki ama merak, minik burnu kırıştıran ve gözleri kısan şeyin ne olduğuna dair duyduğu merak birini açmasını söylemişti. Cümleyi bir kez daha okudu; "sende gördüğüm ne varsa hepsi bendendi. seni alıp olağanüstü yapan her şey. ben gittim ve artık sen SIRADANSIN"
Bunun da bütün o altı çizili cümleler gibi aslında acıtmaması gerekirdi. Unutulmuş bir insanın kendini bulduğu o yazıda kendisi bir şey kaybetmemeliydi. Böyle mi hissetmişti yani? Soğuk donuk dalgın gözleriyle bu sayfalara bakarken defalarca gitmeyi düşünerek cümlelerde cesaret mi aramıştı? Bir çekmecede sigara bulunmuştu. Nasıl bir insan beş sene gizlice sigara içebilirdi ve neden saklardı ki?
Bir de daha başka sırlar vardı. Sevgi ve minnet dolu yazılar. Kesilen burslara rağmen teşekkür eden öğrenciler, neden yemeklerinin artık gelmediğini öğrenmek isteyen ve iyi olması için dua eden yaşlı insanlar, nasıl ulaşabileceğini öğrenmek isteyen eski düşkünler. Bütün bunları şaşırtıcı bir bütçeyle nasıl yapar ve neden saklardı bir insan. Hiç konuşmuyoruz derken bile asıl suskun olanın kendisi olduğunu niye görmezden gelirdi?
Müzeyyen yengenin paylaştığı fotoğrafta ağız dolusu gülen kadının anıları mıydı bunlar? Çünkü bildiği Evren in değildi. Bildiği Evren onu gördüğünde bile öyle gülmezdi. Hep bir ayağı kapının dışında, hep aynı kurulu oyuncak hareketleriyle sanki 'güle güle' demeye çoktan hazırmış gibi 'hoşgeldin' derdi o kadar.
Bu gizemden nefret ediyordu. Kimseyi öyle merak etmiyordu. Nerede, kiminle, ne yapıyor? Hep sorular vardı. Kitaplarda cevap yoktu. Daha çok soru çıkıyordu oradan. Yayın tarihi ne zamana geliyordu ne olmuştu, ne demişti, niye bu notu almıştı köşeye? Birinin günlüğünü okumak gibiydi. Çok adi bir şey. Bin kere topladığı kutuya eğilip bir kitap daha seçti. Köşede daha önce de gördüğü başka bir altı çizili cümle. 'belki babama o kadar çok küsmüştüm ki kimseyle barışmak istemedim handan'
Belki gerçekten öyleydi. Ama bunu aşarlardı. Anlatsaydı onu dinlerdi. Kendine güldü. Sanki kendisi anlatmıştı. Bitmeyen çocukluklarından bir sürü baba sorunuyla çıkıp birbirine denk gelen iki uyumsuz insandan geriye ancak böyle bir enkaz kalırdı işte. Kader pası yanlış zamanda atmamıştı yani. On sene sonra da olsa top hep direkte patlayacaktı.
Birini unutmak çok zordu. Bir gün bir sergide burnunuza çok tanıdık bir koku gelince bütün alaycılığıyla yüzünüze gülen bir çaba. Tam artık sesini hatırlayamadığınız anda dalga gibi çarpan bir şaka. Capcanlı bir balık avucunuzda çırpınıyor sanki. Bir taraftan ellerinizde kalsın istiyorsunuz, bir taraftan da yine öyle yüzsün. Kaçırmak istemediğiniz bir şey. Asla sahip olmak istemediğiniz ama hep eksik kalacak bir şey.
"O da beni düşünsün. Lütfen şu anda tam şu anda beni düşünüyor olsun." diyerek yıldızlara bakmak mesela çok zor. Başka kimseyle gökyüzünü izlememişsiniz üstelik. Onunla yeniden izlemek istediğinizden değil. Onsuz olmaktan değil azabınız. Sadece o da eksik hissetsin istiyorsunuz. Madem ki siz dolduramadınız o boşluğu daha; onun da yanı doluysa da varlığının bir yanında tam sizin kadar bir boşluk kalmış olsun. Ne daha küçük ne daha büyük. Tam sizin kadar. Ağzının içinde eksik bir diş gibi.
İşler istediği gibi gitmiyordu. Belki kendisinde sevme kabiliyeti yoktu bunu artık kabul etmeliydi belki. O aradığı özlediği istediği hayalini kurduğu şey kimsede yoksa belki kendisinde yoktu aslında.
Sızlayan burun kemiğini sıkarak oturduğu koltuktan kalktı. En az yüz elli yıllık antika bir ipek mendilin içinde kesip attığınız saçı saklayan kadını mutlu edemediyseniz ve aynı saçlar hâlâ o son 'hoşçakal' ın sıcaklığıyla üşüyorsa; belki de sorun evrende değil sizdeydi.
Neyse ki birinin mutlu olabildiği bir öykü olmuştu bu. Eninde sonunda bitecek bir hikayeydi. Kadın giderdi ve perde kapanırdı. En azından kahramanlardan biri ışıl ışıl gülecek nedenler bulabiliyordu. Nereden baksanız iyi bir final.
Yerinden doğrulmadan önce kitabı kutuya bıraktı. Bu kez son sefer olacağını bilerek ve bir mezara toprak atar gibi sıkıca bantladı. Annesine bir not yazdı. "Bunları Evren e gönderir misin anne. Sevgiler..." Herşeyi unutsa da bir adı unutamıyordu insan.
Antrenman için yeni evinden çıkarken her ikisinin de çoktan kopan bağlarını sıkıca birbirine tutturduğunu bilemezdi.
Yaklaşık bir hafta sonra zayıf kısa boylu ve solgun teniyle geldiği kasabaya hiç uymayan emekli öğretmen Hacer hanım çekingen adımlarla bir binaya girdi. Taşıdığı kutunun mu yoksa içindeki çekingen halin mi kendisini daha çok yorduğunu bilmiyordu. Neden kargoyla göndermemişti ki sanki?
Sonra kızı gördü. Bir anda göz göze geldiler. Eğer Evren ona uzun yıllardır görmediği bir dosta bakar gibi değil de bir azaba bakar gibi baksaydı; zarif kahve davetini kabul etmezdi. Asla etmezdi. Kızın artık kısacık dik dik taranmış ve çok açık sarı saçlarını, beyaz şortunun sardığı uzun bronz bacaklarını ve el örgüsü büstiyerini süzerken, onun oğlunun eski kız arkadaşı olduğunu sık sık unutmazdı. "Birkaç gün kalsana Hacer teyze. Mersin de işin yoksa hem tatil yapmış olursun, hem de belki Şermin le bana bir iki tarif verirsin" dediğinde kalmazdı. Ya da belki bir kaç gün kalır ve sonra sıkıcı, yalnız, sefil hayatına geri dönerdi.
Ama öyle olmamıştı. Sanki Hacer Kaan ın hiç birşeyi değilmiş gibi, daha doğrusu Kaan Hacer in oralarda bir yerlerde var olan kimsenin tanımadığı bilmediği oğluymuş gibi olmuştu.
Dengeyi kurmak başlarda zor olsa da zamanla kolaylaşmıştı. Telefonda isimler değişmişti. Kaan adı 'oğlum' a dönüşmüştü. Telefon çalınca kızlar, "Hacer teyze oğlun arıyor" diyordu. Daha çok Şermin. Evren o kadar kayıtsız değildi belki.
Ya da Hacer Kaan da bir iki gün kalıp, sonra "otele" dönüyordu.
Ne Evren oğlunu, ne Kaan oteli soruyordu. Şermin sadece Hacerle ikisinin olduğu zamanlarda kırk yedi yaşında boşanmış anne baba çocuğu hayatı yaşadığını söyleyerek takılmayı seviyordu.
Hacer başlarda Evren in bu durumu bir geri dönüş bileti gibi kullanmayı umduğundan şüphelense de aldırmadı. Hatta yanıldığını anladığında üzüldü. Evren hiç bir yerden geri dönmek üzere ayrılmıyordu. Belki nihayet ayrılmak zorunda kalmayacağı yuvasını bulmanın rahatlığını huzurunu yaşıyordu. Yalnız ve çok gururluydu.
Asla tahmin edemeyeceği şekilde bu bağlantı oğlunu herkesten daha çok rahatlatmıştı. Hatta biraz fazlaca sarhoş bir zamanında itiraf ettiği gibi; 'belki sevemedi ama unutamadı da' demişti. Onun kırık yaralı duygusal olarak hep bir tarafı sakat kalacak oğlu. Artık her zamankinden çok çalışan bebeği.
Avrupa'dan aldığı transfer teklifini kabul eden ve Madrid e yerleşen yıldızı. Artık her yerdeydi. Uçakta, reklam panolarında, neredeyse hiç izlemedikleri TV de, her yerde. Evren için zor oluyorsa da asla belli etmiyordu. Artık haberlerde ismi ya da sevimli bir şekilde gülen mezuniyet fotoğrafı da kullanılmıyordu. Sanki gerçekten sadece Hacer teyzenin oğluydu Kaan.
Zaman... En acı merhamet... Unutmak yaradanın en güzel hediyesi...
Not; haydi bakalım bu da bu kadar olsundu
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yalnız ve Gururlu
RomantikSevgiliniz çok ünlü bir futbol yıldızıysa ve kalpleri durduracak kadar yakışıklıysa kendinizi şanslı hissetmeniz gerekirdi değil mi? En azından herkes Evren e bunu söylüyordu. Harika bir hayatı vardı. Mutlu olmalıydı. Beş senedir aynı evi, aynı yata...