•••
"kanka bu kaç? yardımcı olayım sana, en yakın arkadaşının ismindeki harf sayısı kadar parmağım havada."
"beş."
''itlik yapma.''
gülerek eline vurduğum sırada dil çıkararak yanımdan uzaklaşmış, notlarını da uzaklaştırmıştı.
''kırıcı oluyorsun ama.''
''parmaklarıma anlat sen onu.''
tekrar gülmeme engel olamazken beni kınayan bakışlarından kaçıp telefonumu aldım elime. sessize aldığım gruplardan epeyce mesaj gelmişti. evet, herkes cumartesi olacak partiden bahsediyordu. kimler gelecek, kim ne giyecek ya da kim kimle gelecek meseleleri.
kar görmüş çöl tilkisi gibilerdi. haklılardı biraz da.
sanıldığı kadar her gün partileyen tipler yoktu fakültede. ya da her hafta sonu zengin öğrencilerimiz evini tanımadığı insanlara açmıyordu. bu yüzden yılın partisiymişcesine gündeme oturmuştu bu etkinlik.
kesinlikle gitmem ise tamamen farklı bir konuydu. demiştim ya, seviyorum eğlence ortamlarını.
mesajlara görüldü atarak ayaklandım ve dağılmış kağıtları elimle düzelterek ataşını geçirdim.
''felix yemekleri getirene kadar şunların çıktısını alayım ben de. istiyor musun?''
kafasını yazdığı notlardan kaldırmadan karşılık verdi bana, ''kültür tarihi sadece.''
küçük tribine iç çekerek topladığım kağıtları elime aldım ve arkamızda kalan binaya yöneldim.
vizeler yaklaşmıştı, dolayısıyla herkes dağıtıp durduğu notların peşindeydi. neyse ki önlemimi almıştım da vize haftası rahat olacaktım.
bu haftaki çalışma süremi, yani üç günümü, tamamlamıştım. tahminimden de zor gelmişti. yorgunluktan üçüncü gün ilk dersime geç kalmıştım. zihnim alarmlarımı görmezden gelmek için her şeyi yapıyordu. saatin hep daha erken olduğuyla ilgili bana küçük oyunlar oynuyordu mesela.
bunun dışında, o gece gerçekten yönümü değiştirerek yurda ulaşmıştım. çıkarıp başıma silah dayayacaklarından ya da uyuşturucuyu benim bileğimde deneyeceklerini düşündüğümden değildi sebebi. jeongin'in bana yaptığı en büyük iyilik gibi gelmişti bu bana, eğer ben kabul edersem, sanki onların sert uyarısı yerine beni önden hafif bir şeyle geri çekmeye çalışmıştı.
buna inanmak istiyordum. hatta tam anlamıyla inansam da içimde yaramaz bir çocuk vardı. kolay yoldan işleri halletmek isteyen.
o yapıyorsa sen de yapabilirsin diyen.
bir de zaten elimde bir işim olduğunu hatırlatıp durduk yere milleti zehirlemeye gerek yok diyen.
neredeyse hava kararmış, bir de kimsenin beğenmediği kara bulutlar şehri süslemişti. bana hava hoş, fotokopi için sıra beklemem gibi geliyordu. kimsenin bu havada kütüphaneye gidip ders çalışacağını düşünmüyordum.
bizim gibi deliler hariç işte.
boş koridorlarda yeni yeni doldurulmaya başlanmış panoları inceleyerek çıktım kütüphaneye. sessizlik biraz ürkütücüydü. boş olması da öyle. neyse ki hemen girişteki masada oturan görevli noona içime biraz su serpiyordu.
burada ölürsem polisi arayacak biri var en azından anlamında.
kendi düşündüğüm şeye gülerken sınavların bana kesinlikle iyi gelmediğini bir kez daha fark etmiştim. akli dengemle oynuyordu.