Bölüm şarkısı: Evanescence-My Immortal
Havanın yine yağmurlu ve sisli olduğu bir güne açmıştım yorgun gözlerimi. Eylülün ortalarındaydık. Hava soğuktu biraz biraz. Artık eski yaz rüzgarları yoktu. Ağaçlarsa sanki sonbaharın gelişini taçlandırmak için yapraklarını turuncuya boyayıp döküyorlardı. Ankanın turuncu bir ateş parçasına dönüşüp kendini yakarak yeniden doğmasına benzetirdim bitkilerin yapraklarını dökmesini. Jungkook'la artık yeteri kadar samimiydik. İyi bir şey değildi bu bende, çünkü beni her sevişinde benim onu öldürmeme de adım adım yaklaşıyorduk. Sevmesini istemiyordum beni. Henüz tanımadığı bi' adamı sevmemeliydi.
Sabah saat on civarıydı. Elimdeki kitabı okuyordum kaçıncı okuyuşum olduğunu bilmeden. Ta ki Jungkook arayıp beraber kahve içmek istediğini söyleyene kadar. Şimdiyse buradaydık işte. Yalanlarımı sevdirdiğim adamın gözlerine bakıp gülümsüyordum. Acıtıyordu içimi sevdiğimi kandırırken ona gülümsemek.
"Kalkalım mı artık? Hem yağmur durdu biraz temiz hava alırız."
"Sen nasıl istersen."
Elimize aldığımız plastik bardaklarla küçük kafenin cam kapısından çıktık. Ondan gizlediğim çok şey vardı ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Gözlerine her baktığımda içimde ki pişmanlık daha da büyüyordu. Ondan hayatımı saklıyordum, benliğimi, olduğum kişiyi, kollarımdaki küçük çizikleri, yalanlarımı... Kendimi saklıyordum sanki ondan.
Ben güçsüz biriydim kendi gözümde. Mesela dünyanın sorunlarına karşın çözüm olarak kollarını çizecek kadar zayıf bir insandım ben. O ise gözümde o kadar güzeldi ki ben çirkin kalıyordum yanında. Bir insan her şeyiyle nasıl mükemmel olabilir ki? Tanrı sanki dudağının altındaki bene kadar bir sanat eseri misali yaratmış onu. Sanki kendi baş meleği yapacakmışta yanlışlıkla dünyaya düşürmüş gibi yaratmış Jeon Jungkook'u.
"Buradan sonra akşama doğru yemeğe bir yerlere gidebiliriz. İstersen şehir kütüphanesinden kitap bakabiliriz, istediğin kitaplar olduğunu söylemiştin. Ya da belk-"
O kadar hevesliydi ki küçük bir çocuktan farksızdı gözümde, telefonu çalana kadar. Telefonun ekranındaki ismi gördüğünden sonraysa aceleyle yanımdan uzaklaştı ki biraz önceki çocuksu görünüşünün aksine şimdi daha dik, kaşları çatık ve daha erkeksi bir tonla telefonda ki kişiyle konuşuyordu.
Geçen birkaç dakikanın ardından kaşları biraz çatılmış ama sanki sinirini belli etmek istemezmiş gibi bir ifadeyle yanıma geldi. Saçlarını biraz karıştırdı sonra da yerdeki gözlerini yavaş yavaş, sanki vücudumu süzermiş gibi, yüzüme çıkardı.
"Taehyung gitmem gerek. Yaani benim acil bi' işim çıktı. Kırılmadın değil mi?"
Kırılıp kırılmadığımı düşünmesi biraz olsun yüzümü gülümsetmişti. Acaba günün birinde yalanlarımı öğrenince de duygularım onun için bu denli önemli olacak mıydı?
"Kırılmadım merak etme. Başka bir zaman yaparız."
"O zaman şimdilik hoşçakal."
"Hoşçakal Jungkook. "
Bir veda değildi henüz bu içimde. Ona veda edebilir miyim onu bile bilmiyordum ki çok korkuyordum bana hoşçakal diyip bir daha gelmeyecek diye. Şimdi onsuz bir gündeydim artık. Eski hayatımda, daha o yokken, ne yapıyordum ki ben? Her sabah pişmanlığımla uyanırdım, bana verilen görevleri yapar, insanları öldürürdüm...Birkaç kuruş para için. Şimdiyse onun gözündeki kötü adamı öğrenmiştim ben artık. O beni bir melek zannederken bense onun kötü adamıydım. Güvenmemesi gereken kişi bendim; benimde sevmemem gereken kişiydi o.