Bazen içimizde bizim bütün geçmişimizi ve geleceğimizi bilen birilerinin olduğunu düşünürüm. Örneğin bazı şeyleri neden yaptığınızı sorduklarında sizin o bilmiyorum bakışınız bence bunun en büyük kanıtıdır. O bakışı atarken kafanızın içinde kendinize soruyorsunuz, neden yaptım? Sadece yaptım, yapmam gerekiyordu. Bazı anlarda her şeyden bezersiniz, yaptığınız şeyin yanlış olduğunu biliyorken bile hatta gereksiz olduğunu, yine yapmaya devam edersiniz. Bu sizin bazı şeyleri umursamadığınızdan değil tam tersine umursadığınızdan kaynaklanıyor. Ve kendinize acıyıp birkaç saniye veya dakikalığına da olsa özgür olmak istersiniz. O yüzdendir bacaklarınıza dur sinyali gönderseniz bile onlar durmazlar, tıpkı benimkiler gibi. İnsanların arasında kalıplaşmış görgü kuralları vardır. Hareketlerden doğan bir takım işaretler. Eğer siz bir insana gözlerinizi dikip, sanki cebinizden bıçak çıkaracakmış gibi ellerinizi cebinizin içinde hareket ettirseniz, karşıda korku uyandırır. Normal bir insan bunu yapmaz. Buluştuğunuzda veya tanıştığınızda el sıkışırsınız, bu kalıplaşmış bir görgü kuralı bir beden dilidir. Fakat benim şu karşımda duran zavallı, ağlayan, varlığını ve bana olan ihtiyacını (garip ve mucizevi bir şekilde) hissettiğim kıza karşı sergilediğim tavır kesinlikle insanların sık sık karşılaştığı doğal olarak alışık olduğu bir durum değildi. Saçları omuzlarına akıyor, tenine çarparak dalgalanıyordu. Gözleri şişmiş, kızarmıştı. Yüzünde ''senden korkuyorum'' diyen bir bakış vardı fakat yalvaran gözleri sanki ''Ne olur beni öldür.'' Diyordu. Elleri titriyor, ikide bir gözlerini kaçırıyordu. Bazense her birkaç saniyede bir gözlerinden yaşlar damlıyor, elleriyle onu silerken gözlerini bir saniye bile benden ayırmıyordu. Hava estikçe ayaklarını birbirine daha çok yakınlaştırıyor, kasıldıkça kasılıyordu. Ya korkuyor ya da üşüyordu. Bir an gözlerini benden hiç ayırmayacak hissi veriyor bir anda ise benim dışımda her şeyle ilgileniyor gibi etrafına bakıyor, gökyüzüne dalıp bacaklarını sallıyor fakat dikildiği yerden ne bir adım geri ne de bana doğru herhangi bir adım atıyordu. Sonra teslim oldu ve benden gözlerini hiç ayırmayacak şekilde bakarak yüzünü buruşturdu, eliyle ağzını kapatıp ağlamaya başladı. Normal olmayan bir iletişimdi bu. Pek rastlanmayan. Başımı hafiften yana yatırıp ''yapma hayır, ağlama.'' Diyordum. Ve gözümden bir damla yaş aktı. Tanrım... Yüce Tanrım. Ne kadar uzun zaman oldu birinin gözünün içine bakıp yapma, ağla dedim. Ki fısıldadım bunu, ama o duydu. Eminim içimden söyleyecek olsaydım bile beni duyacaktı. İçimden bir şey geçirsem, bir şey söylesem duyacaktı. Çünkü sanki bu ilk karşılaşmamız değil. Sanki daha önceden konuşmuşuz, dertleşmişiz, eğlenmişiz... Kavga bile etmişiz ve büyük bir özlemle sarılıp barışmışız. Sanki bu dünyaya gelmeden önce bekleme odasında onunla oyunlar oynamışım, hayallerimden bahsetmişim. Ve o dünyaya gönderilmek üzere hazırlanırken ona sarılıp şöyle demişim "Söz veriyorum seni bulacağım. Senden başka kimseyi yakınıma almayacağım, yalnızlığı bile uzak tutacağım kendimden. Ve sen kendini kaybedip, bu dünyadan kurtulup kendini öldürmek istediğin anda, yanına geleceğim ve birlikte dışarıdan merak ettiğimiz dünyayı birlikte keşfedeceğiz." Ve sarılmışız, o doğmuş beni unutmuş. Ben doğmuşum onu unutmuşum. Fakat verdiğim söz hala aramazda. Hala canlı. O özel bağ hala yaşıyor. Dünyada merak ettiğimiz, meleklerin konuştuğu korkunç cinayet hikayelerini, insanların birbirlerine aşık olduklarını söylediklerinde nasıl heyecanlanıp sabırsızlandığımızı hatırlar gibiyim sanki. Durdum. Dimdik duran omzum çöktü. Sadece ben olsaydım bu gizli ve sessiz konuşmanın içinde, kendime deli der geçerim. Fakat eğer o da deliyse benim gibi, işte o zaman hiçbir akıllının bizim için hiçbir anlamı olmazdı. Dışarıda olan dışarıda kalır. "Biz aynıyız, söylüyorum ya işte. Aynı kişiyiz biz. Bir ruhtan bölünen iki kişiyiz." diye fısıldadım. Birdenbire sakinleştiğini fark ettim. Gözleri hala doluyordu. Fakat kaşlarını kaba bir şekilde değil de anlamaya çalışan biri gibi çatmıştı. "Hayır" dedim, fısıldayarak. "Burada kal... Anlamak mutlu mu edecek sanıyorsun? Bırak biraz kopalım mantıktan, içimizde bizi bizden daha iyi bilen ve bizi bizden daha çok seven güce inanıp teslim olalım. Şu özel anı aklın oyunlarıyla bozma ne olur!" Beni duydu sanki. Aramızda o kadar mesafe olmasına rağmen. Tekrar anın büyüsüne kapılarak "Gel artık" dedi bakışlarıyla. Tekrar ona doğru yürüdüm. İki eliyle saçlarını arkaya itti ve derin bir nefes aldı. Sonra bir kez daha durdum. Bakışımla "Geliyorum bak?" diyerek emin misin diye sordum kendimce. Ve gülümsedim. Sanki gelince hayatını baştan aşağı değiştirecektim. Birkaç saniye hareketsiz kaldı. Sonra birdenbire yüzünde hain bir gülümseme oldu. Çok ürkütücüydü. Ama ben de öyleydim. Ona yaklaştım. Gözlerinin içine baktım. Ve içimden sadece şunu söylemek geldi. "Ağlayınca yeşil gözlerin çok güzel parlıyor, lens mi o?" Şaşırmıştı. Herhalde yüreğini parçalayacak veya hayatın anlamını sorgulayacak bir cümle bekliyordu. Fakat eğer farklı bir pencereden bakacak olursak, neden bu da o tarz sorulardan olmasın? "Hayır doğal." Dedi. Sesi titriyordu. Bütün vücudumun elektriklendiğini hissettim çünkü beni anlamıştı. Gözümü gözlerinden ayırmadan hüzünlü durgun bakışımla "Çok mu doğal, az mı?" Kız göz yaşını sildi. "Çok doğal, fakat artık lensler moda, insanlar maske takıyor." Parmaklarımı cebimin içinde birbirine sürtüyordum. "Sen neden takmıyorsun?" Kız bir süre yere baktı. Yüzü kızardı, ama artık titremiyordu. Üzerinden bir yük kalkmıştı sanki. Gözü uzağa dalarken ne düşündüğünü biliyordum sanki. Bir saniye bile gözümü ondan ayırmadan baktım ona. Her ince ayrıntısını inceledim. Bir anda bana dönüp bakınca ne yapacağımı şaşırdım. O da beni utandırmamak için yere baktı ve nefesini bırakarak "Çünkü gözlerim zaten renkli." Evet dedim. bu tam olarak duymak istediğim cevap. Sonra bana baktı. Daha sakindi. Ne diyeceğimi bilemeden ellerimi cebimden çıkardım ve kollarımı birbirine kenetledim. Gülümseyerek sakin bir sesle "Bence de ihtiyacın yok." Dedim ve neden yaptığımı bilmeyerek omzuna iki kez yavaşça vurup öğrencisiyle gurur duyan öğretmen gibi kendinden emin bir şekilde yoluma devam etmeye başladım. Fakat o kadar mutsuz oldum ki sonrasında. Düşünmeden hareket ettiğim için kendimden nefret ettim. Ardından şirin, kalbi kırılmış küçük bir kız seslendi arkamdan. Hemen hemen benim gibi çocuktu o da. Hala taşa dönüşmemiş, dönüşememiş bir kumdu. Hayatın acı gerçeklerini kabullenmeyip hayal dünyasına sığınan benim ruh eşimdi. Çünkü tam olarak bana şunu söylemişti. "Seni daha önce bir yerde görmüş müydüm? Sanki doğmadan önce...?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Saydam
SpiritualÇünkü böyle gülümseyebilmek için ne kadar mutlu olmak gerektiğini öğrenmek istiyorum.