Bölüm 1.

2K 117 105
                                    

Yıl 1992 şubat sonlarıydı. Mekan diye sorarsanız Xocalı, ama pencerelerden dışarı bakıldığında sadece cehennemi görebilirdiniz. Havada uçan toplar, mermiler, dışarıdaki insanları çığlıkları. Hepsi size cehennemi hatırlatıyordu. Cehennem hakkında bir düşünceniz yoksa, buraya bakmanız onu tasvir etmenize yetiyordu adeta.

Karlı bir kış gecelerinden biriydi. Geceden başlayan top, mermi sesleri yalnızca sabah dinmişdi. Yattığım yatağımdan doğrularak zar zor da olsa, pencereden dışarıya bakabilmiştim. Etraftaki sessizlik beni nedensiz bir şekilde mermi seslerinden daha çok korkutuyordu.

Başıma saplanan ağrıyla gözlerimi zar zor açabiliyordum. Tüm gece uyuyamamıştım zaten. Birinin beni de düşünmesini beklemiştim, biliyorlardı ya benim yürüyemediğimi, bir küçük çocuğum olduğunu. Ama onları da yargılayamazdım. Ermeniler bir anda kafalarının üzerinde belirmişti, kendilerini zar zor kurtaran insanlar bu cehennemde beni mi düşünecekti?

Bunları düşünürken dışarıdan gelen ermeni sesleriyle beynimden vurulmuşa döndüm. "Ermeniler köydeler." Kendi kendime sessizce fısıldadım. Yatağın yanındaki çocuk yatağından oğlumu alarak kucağıma yerleştirdim. Kapı sert bir tekmeyle açıldığında dik atıldım. Sessiz bir şekilde durarak onlara baktım.

Orta yaşlarda kirli sakalı bir adam ve onun yanında benden en fazla 2-3 yaş genç bir erkek çocuğu vardı. Kapı astanasında durarak ilk önce etrafta göz gezdirdiler. Sonunda gözleri yatakta uzanmış, kucağında bebeği olan beni buldu. Gözlerindeki bakış bile anında midemi bulandırmıştı.

"Suren dayı, sanırım bu kızı bize hazine diye bıraktılar." Genç olan yanıma doğru gelerek bana baktı. Onun bakışlarından o kadar iğrenmiştim ki, üzerimi örten yorganı olabildiğince daha çok üzerime çektim. Ben bunu yaparken o da yorganın ucundan tutarak zar zor da olsa üzerimden çekti. Gözlerini üzerimde gezdirdiğinde gözleri yaralı olan bacağıma kaydı. Yüzüne yine o iğrenç gülümsemesinden yerleştirdi.

"Demek bu yüzden kaçıp gitmedin." Yanındaki yaşlı adam da gelerek bana baktı. Gözlerini üzerimde ve oğlumda gezdirdikten sonra genç olan çocuğa baktı.

"Altınları bulalım sonra bununla ilgileniriz. Sen bunların dilini biliyorsun, sor altınlar nerede diye." Dediğinde genç kafa sallayarak bana baktı. Gözlerini üzerimde gezdirdikten sonra Azərbaycanca konuştu.

"Söyle bakalım, altınların nerede?"

"Altınım yok." Dediğimde alayla güldü. Inanmamıştı, ama gerçek buydu. Altınım yoktu.

"Ne diyor?" Yaşlı olan ermeni dilinde çocuğa bir şeyler söyledi. Genç olan gözlerini benden yanda duran yaşlıya çevirdi.

"Altını yok diyor. Ama yalandır, müslüman altınsız olur mu hiç? Kendimiz arar buluruz." Genç ona bir şeyler söyledikten sonra başladılar evi aramaya. Tüm evi aradılar neredeyse. Mutfaktaki tabakları, bardakları kırdılar. Televizyonu bile sehpadan yere indirdiler. Onların bu harekeletlerine oğlum Ali de ağlamaya başlamıştı. Onu sakinleştirmek adıyla sallayıp, okşasam da, evdeki ses, bağırtı buna izin vermiyordu.

Sonunda bir şey bulamayan itler yanıma gelerek başımın üzerine dikildiler. "Ay axçı, sen o bebeği susturamazsan ben yaparım." Bu dediği içime korku salarken elimle bebeğin ağzını kapatarak onu susturmaya çalıştım. Içimdeki korku o kadar çok büyümüştü ki, ağlamak istiyorum. Ama bunu asla gururuma yedirmezdim. Onların önünde asla ağlamazdım.

Bir anda Ali'yi kucağımdan çekip, ayak kısmına attıklarında dudaklarımdan bir bağırtı çıktı. "Hayır!"

Doğrulup almak istesem de, silahın namlusunu bana doğrultarak geriye itti. "Şimdi şöyle yapacağız. Ya sen bana altınların yerini söyleyeceksin," dedi ve kemerinden asılı olan bıçağı çıkararak kucağıma attı. "Ya da onu öldürürüsün."

Bir anda başımdan aşağı koca bir kap dolusu sıcak suyun döküldüğünü hissettim. Nefesim kesildi, gözlerim genişledi. Hangi insan evladı bir anneye böyle bir şey söyleyebilirdi ki?

"Bakma bana öyle, söyle şu altınların yerini."

"Altınlarım yok." Dediğimde tekrar güldü. Iğrenç sıfatını dağıtma isteği her an içimde yükseliyordu. Öfkem o kadar dolmuştu ki, ağlamamak için zor duruyordum adeta.

"Evinde böyle elbiseler olan birinin nasıl altını olmaz." Gözlerimi pahalı elbiselerimin olduğu sandığa çevirdim. O kıyafetleri bana ölen eşim almıştı. Her zaman şehirde çalışırdı, bu yüzden iyi para kazanıyordu.

"Altınım yok." Dedim tekrar kuru bir sesle. Genç kabul etmeyerek namluyu benden çekerek oğluma doğrulttu.

"O zaman öldür onu." Öfkeyle ona baksam da, yapacak bir şeyim kalmamıştı. Onu onlara bırakacak, gururumu ezdirecek değildim.

Tam konuşacakken kapı açıldığında bir asker daha göründü. Bu diğerlerinden daha uzun, ama daha zayıftı. Üzerinde ise farklı bir forma vardı. Onu gördüğünde askerler hazır ola geçerek silahı çekti.

"Komutanım." Asker selamı verircesine kolunu kaldırıp şakağına dayadı genç olan. Yeni gelen asker bize yaklaştığında yüzünü gördüm. Bir kadındı, vücudu erkek gibi olsa da, yüz hatlarına baktığında kadın olduğunu anlıyorsunuz.

Askerlere bir şey diyerek onları tekrar evi aramaya gönderdi. Sorgusuz sualsiz askerler onun dediğini yapmaya başladılar. Onlar bizden uzaklaştığında vücudunu onlara çevirmeden sadece gözucu baktı. Ardından ceketini açarak silahının ucuna bir şeyler taktı. Galiba susturucuydu. Hızlı bir hareketle arkasını dönerek askerlerin ikisini de vurdu.

Gözlerim genişlerken oğlumu hızla kucağıma aldım. O ise sakin adımlarla ölen askerleri evin iç kısımlarına doğru itti. Ardındansa cebinden bir çakmak çıkararak üzerlerine attı. Bu vahşet karşısında duramıyordum artık.

Memnun bir ifadeyle kafa sallayarak bana doğru yaklaştı. Ondan korumak istercesine oğlumu göğsüme daha çok bastırdım. Bu hareketim adımlarını durdurmasına sebep oldu. Ama tekrardan devam ederek yanıma geldi. Bacaklarımda olan yorganı çekerek bana baktı.

"Hadi, onlarla beraber yanmak mı istiyorsun?" Azərbaycanca konuştuğunda şaşırmıştım. Evet, onlarla iç içe yaşıyorduk, ama çok az bir kısmı Azərbaycancayı bu kadar akıcı konuşuyordu.

Kolumdan tutarak beni yataktan kaldırdı. Hızlı adımlarla evden çıkararak yürümeye başladı. Gözlerimi zar zor da olsa, etrafta gezdirebilmiştim. Her yer yanıyordu, yerde kanlar, cesetler vardı. O ise hiçbir yere bakmadan sadece düz bir şekilde gidiyordu. Asker dolusu bir yere geldiğimizde onu gören tüm herkes ayaklanarak selam verdi.

"Bu kim?" Genç olanlardan biri ermeni dilinde kıza bir şeyler sordu.

"Bizimkilerden biri, askerler uzaktan yanlışlıkla vurmuşlar bacağından." O da onlara bir şeyler söyledi. Askerler ona kafa salladı. Beni ön tarafta duran araçlardan birine bindirdi.

"Hadi, herkes arabalara binsin. Eve dönüyoruz." Onun yüksek desibelli sesiyle tüm askerler araçlarına bindi. Kendisi de benim yanıma oturmadan önce aracın dış kısmına birkaç kez vurdu. Kucağımda ağlayan Ali'yi sakinleştirmek istercesine sallıyordum. Gözlerim ise korkuyla o ve diğer askerler arasında gidip geliyordu. Askerler beni umursamadan kendi aralarında konuşurken komutan olan kadın gözlerini benim ve oğlum arasında gezdiriyordu.

Biz şimdi bu cehennemden daha kötü olan bir cehenneme gidiyordu. Irevan'a.

×××××

Asla böyle bir kitap yazmazdım, ama bir anda aklıma gelince yazayım dedim. Bu kitapta ermenilere olan nefretimi açık şekilde göreceksiniz. Sövmeden zar zor yazdım zaten.

Neyse, umarım zevkle okursunuz. Size o zamanlarda olan olayları daha geniş bir şekilde açacağım.

Görüşürüzz <3

Binbaşı | [G×G]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin