'Endişelerinizden kurtulmak istiyorsanız, yaşamaktan en çok korktuğunuz şeyin bir gün başınıza geleceğini kabul edin.'
Yıllarca korkup kaçtığım, kabullenmek istemediğim, her karşıma çıktığında göz ardı ettiğim o şeyin; sonunda başıma gelmiş olmasıydı, bu sözü aklıma getiren.
İki çocuğun, kapıları kilitli evde oynadığı ebelemece gibiydi... Kaçan, nereye kaçarsa kaçsın ebe; onu yakalardı çünkü kaçacak yeri yoktu. Yolları, eninde sonunda bir yerlerde kesişecek; kaçan elbette yakalanacaktı.
Ebe beşik kertmem, kaçan ise bendim.
Ben göz ardı ettikçe, karşıma çıkmış; ben kaçtıkça, o kovalamış ve en sonunda ensemden kıskıvrak yakalamıştı.
Bu durum, ben de hangi duyguyu uyandırıyordu?
Endişe, korku, öfke, nefret, acı... Neydi, hissettiğim?
Kaza, kader, tevafuk... Hangisiydi, bu durumu; her kendime baktığımda ayna misali karşıma çıkaran?
Peki, kaderle oynanır mıydı? Birileri, benim kaderimle oynamıştı.
Hayır, birileri değil. Sadece, Ferzan Soykan.
Şimdi ise kaderimle oynayan adamın, karşısında dikilmiş onu inceliyordum. Rengi, gecenin karanlığıyla yarışacak derece de olan siyah bir takım, takımın içine de karanlığına tezat beyaz bir gömlek giymişti.
Koyu kahve hareleri bana dokunmuyor, oda da sahipsizce dolaşıyordu.
Artık ondan kaçmak istemiyordum. Yüzleşmek istiyordum.
Avluda duyduklarımdan sonra bu kararı vermiştim. Jiyan Ağa, yaptığı soğuk konuşmasından sonra, babaanneyle birlikte odasına çekilmişti. Onların gitmesiyle herkes benimle, ben ise sadece onunla konuşmak istemiştim.
Herkesin içinde konuşmak istemediğimden dolayı şimdi onun çalışma odasındaydık. Kendisi kapının sağında kalan çalışma masasının arkasında durmuş, bana bakamıyordu. Ben ise çalışma masasının hemen önündeydim ve ondan gözlerimi bir an olsun ayırmıyordum.
Bir şey söylemek için ağzını araladı. Merakla, bekledim. Hiçbir şey söylemeden ağzını geri kapattı. Zaten şu durumda, ne söyleyebilirdi? Daha da önemlisi, söylemeye yüzü var mıydı?
"Neden?" dedim gözlerimi, koyu kahve olan harelerine dikerken. Gözlerimin rengini ondan almıştım. Sadece rengini.
Sesim, her zamankine göre daha sert ve soğuktu. İsteyerek yaptığım bir şey kesinlikle değildi.
Başını, en tembel hayvanın yürüme hızına bile oranla daha yavaş bir şekilde bana doğru kaldırdı. Anlamadığını belli edercesine kaşları çatıldı.
"Neden, daha doğmamış çocuğunu üç kuruş para uğruna sattın?"
Dumura uğradı. Onu yaralamamı beklemiyordu.
Çatılan kaşları eski halini almış, bakışları ise artık, rengini ondan aldığım harelerimde değildi.
Yüzüme bile bakamıyordu.
"Neden, beni de oğulların gibi sevmek istemedin?"
Sustu.
Sakin sakin konuşmam onun canını daha da yakıyordu.
Sakin kalabiliyordum çünkü yıllar önce, bana söyleyebileceği her türlü kötü gerçeği kafamda sanki o bana söylüyormuşçasına düşünmüş ve bu meseleyi içimde aşmıştım.
Ya da aştığımı sanıyordum.
"Konuş."
Sustu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HEJA
Teen FictionYıllar önce verilmiş bir hüküm. Bu hükmün kurbanları Heja ve Agir...