Küçüklüğünden beri sabır konusunda çokça terbiye edilmişti. Çeşitli spor dallarında veyahut akademik kariyer aşamasında elde ettiği dökümanların çoğu bu sayede var olmuştu lâkin bunu sevdiği söylenemezdi. Kişiliği gereği dik başlı, inadı inattı. Zorunluluk adı altında dayatılan her şeye baş kaldırıyordu. Bunun geri dönüşü ağır bedellerle sonuçlansa da kendi bildiğini okumaktan çekinmiyordu. Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kendince göreceli olmayan bu tür kavramlarla pek içli dışlıydı. Tüm bunlar tam bir fiyaskoydu zira her şey doğru bildiği yalanlardan ibaretti. Bu, hayatın ona verdiği muntazam bir cezaymış gibi geliyordu.
Şimdi de öyleydi.
Oturduğu sandalyede omuzları çökmüş bir şekilde elindeki telefona bakıyor, arkasını dönme isteğini elinden geldiğince törpülemeye çalışıyordu. Sabır konusunda hiç bu denli zorlandığını hatırlamıyor, içten içe niçin sabrettiğini de bilmiyordu. Gözleri piyanonun tuşlarında, nota sehpasında, ara sıra diğer müzik enstrümanlarda gezinip duruyor; bu sırada hâlâ daha herhangi bir sesin duyulmamış olması, kafasındaki her şeyin yalnızca oyundan ibaret olduğu varsayımlarını doğruluyordu.
Fakat söylediği gibi, her şey doğru bildiği yalanlar silsilesiydi.
Birden, hiç beklemediği anda duydu adım seslerini. Soğuk, kiremit rengi ahşap parkelerde çıkan tok ses sebepsiz bir gerginliğin vücuduna yayılmasına sebep olmuştu. Neden gerilmişti, niçin arkasına bakmıyor ve ona istediğini veriyordu bilmiyordu. Merak ediyordu. İçten içe ne ile karşılaşacağı belirsizdi.
"Jeongguk."
Uzun bir bekleyişten sonra kısık, derin bir sesle söylemişti ismini. Öyle ki, nefeslerini hissedebileceği kadar yakınına geldiğini yeni fark ediyordu. İrkildi. Başı, omzu tarafına hafifçe çevrildi lâkin beyaz saçlı bunu istemiyor olmalı ki, "Hayır," dedi sertçe. "Bakma." bununla beraber derin bir nefes alıp, önüne döndü. Neydi bu telaş, bu tantana? Oyun oynayacak yaşı geçmişlerdi. Gözlerini yumup, omuzlarını dikleştirdiğinde nihayet konuşabilmişti.
"Tsu," kamburunu düzeltirken, boğazını temizlemekten de geri durmadı. "Ne yapıyorsun?"
Duyduğu asıl ismiyle beraber göğsü yükselen Taehyung, diliyle yanak içlerini yoklamış ve kafasını eğip gülmüştü. Tanrı şahitti. Tanrı şahit, bu gülüşün alay içermekten öte, tamamen mutluluktan olduğunu siyah saçlı hiç anlamayacaktı. Belki, anlıyor ve asla çaktırmıyordu.
"Hiçbir şey," derken, aylak bir şekilde dolanmaya devam etti. Ayaklarında klasik ayakkabıların olması da şaşırtıcıydı zira spordan öteye geçmezdi. Gözleri çeşitli enstrümanlarla donatılmış odada geziniyor fakat odağı, piyano önünde oturan çocuktan başkası olmuyordu. Onun orada olduğunu bilmek bile kalbini sızlatmaya yetmişti zira beklediği bu değildi. O mesajı attıktan hemen sonra, buradan kalkıp gidebileceğini düşünerek beklemişti dakikalarca. Aynı bekleyişi Jeongguk'tan beklemiyor olmalı ki epey şaşırmıştı.
Biraz daha yürüdü. "Hiçbir şey mi?" diyen siyah saçlıya yalnızca gülümsemiş, elleri çellonun tellerinde fütursuca gezinirken ufak bir mırıltıyla onu onaylamıştı. Yavaşça parmaklarını tellerde dolaştırmış, anlamsız notaların odada yayılmasına sebep olmuştu.
"Bana bir resital vermeye ne dersin?"
Jeongguk, oturduğu yerde kafasını biraz geriye atmış ve duyduğu soruya karşın keyifle gülmüştü. "Ne o," demişti elleri piyanodan ayrılırken. "yoksa senin zımbırtı ritim tutturamadı mı?"
Aynı şekilde güldü, beyaz saçlı. Kalbini zımbırtı şeklinde tanımlaması epey komikti. Sesindeki alayı işitmesi, onun açısından kötü yorumlanmamıştı. Aksine, merakını körüklemiş, "Pek hevesli gördüm seni." demişti. Geniş omuzları, her gerildiğinden daha çok geriliyor ve pazuları kendini gösteriyorken Tsu, nefeslerini kontrol etmekte güçlük çekiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
akla kara
Fanfiction"İşte bu kadar şiddetli, bu kadar ağır; Beyazlar içerisinde simsiyah duygular." text, düz.