Soruları bulmak önemliydi. Başlıca sorular, zihnimizde ritmik hareketlerle kendini tekrar ediyordu. Tehlike kimdi? Tehlikeyi oluşturan etken, neyden doğmuştu? Niçin bir tehlike adı altında barınıyordu? Küçüktü. 10 yaşında bir çocuk. Çelimsiz vücudu, kaldıramayacağı yükler altında eziliyordu. Düşündü. Neyi düşündüğünü bile bilmiyordu. Baştan savma bir alegorinin ortasında, doğruyu bulmaya çalışıyordu. Doğruyu ayırt edebilecek biri değildi, yanlıştan doğmak da onun ceremesiydi. Peki, neredeydi yanlış bildiği doğrular?
Kimdi, yanlış olan?
"Jeongguk."
Kendisi miydi?
Okuduğu kitabı kenara koydu korkuyla. Topuklu ayakkabılarının tok, tehlike barındıran sesi kulaklarına dolmuş, bütün bedenini titretmişti. Sıvıştığı koltuk kenarından doğrulurken, elindeki Uçurtma Avcısı'nı, doğruca ceketinin içine koydu.
İlk önce siyah, uzun saçlarını gördü. Arkadan zarifce toplanmış, dağınık bir görüntü oluşturan dalgaları omuzlarından aşağıya dökülmüştü. Annesi güzel bir kadındı. Büyük gözleri, dolgun dudakları vardı. Zarif, bembeyaz teninde yer edinmiş inci kolyeleriyle beraber bir bütün duruyordu. Kalem eteğinin uzunluğu, topuklu ayakkabılarının sivriliğini kapatıyordu fakat kulağındaki 'tak tak' sesi, bir türlü gitmiyordu. Beyaz gömleğinin yakası sonuna kadar düğümlenmişti. Bu bir gerekçeydi. Asla saygı çerçevesinin dışında çıkılmazdı. Ne üslup, ne kıyafet. Her zaman temiz olmak zorundaydı. Böyle öğrenmişti. Ona, böyle öğretmişlerdi.
Yüzünde, yapay bir gülümseme peydahlanırken olduğu yerde, omuzlarını düşürdü annesi. Gözleriyle kendisini süzdü. Bedeni buz kesmiş, göğsünde tuttuğu elini sıklaştırmıştı. Biliyordu. Annesinin sert topukları, yalnız tek bir şeyin habercisiydi. Saniyeler geçti, şaşırtmadı.
"Bay Miller geldi," dediğinde birkaç adım attı önüne doğru. Yutkundu, başını eğdi utanç içerisinde. "Görmemiş olamazsın. Niçin hâlâ buradasın?"
"Pratik yapıyordum."
"Kütüphanede mi?" derken, verdiği cevap sebebiyle yutkunan küçük, gözlerini başka tarafa çevirmişti. "Edebiyat karnını doyurmayacak. Bu yıl da şampiyon olmazsan ne olur, haberin var mı?" Derin bir nefes aldığını işitti, küçük. Sıkıntılı bir nefes almış, "Jeongguk," demişti, sertçe. Bununla beraber gözlerini önüne çevirdi. Gördüğü tek şey, kendisine doğru uzatılmış elden başka bir şey değildi. Gözlerini annesine çıkardı. Konuşmadan, gözlerini okuyabildiği bu nokta, tehlikenin baş gösterdiği kısımdı, "Kitap." Dedi, yalnızca. Parmaklarını vermesi için ileri geri oynatmıştı.
Göğsündeki eli, daha da sıklaştı.
"Jeongguk," derken, sertleşen sesini, olabilecek en yumuşak tona indirmeye çalışmış, o muhteşem yüzündeki sertlik anında kaybolurken, neşeli bir şekilde gülmüştü. Jeongguk, bulunduğu durumda şaşkınlığını gizleyemedi. Saf mıydı? Belki. Yalnız, çocuk olmaktı sebebi.
"Bebeğim," Sesi inceldi, "söz veriyorum, daha sonra beraber okuyacağız." dediğinde, ikna edici olduğunun pekâlâ farkındaydı. Gözleri parlamıştı âdeta. Bilhassa, göğsündeki kitabın altından hissettiği kalp atışları, daha çok hızlanmış ve sahici bir merakla, "Gerçekten mi?" Diye sormuştu.
Güldü genç kadın. Alaylı bir kıvrılmaydı dudağındaki kavis, anlayamadı, anlamak istemedi. "Elbette." Demişti, şakıyarak. "Sen kitabı bana vereceksin, ben de pratiğiniz bitene kadar sizi bekleyeceğim." Derken, elini yeniden oğluna uzatmıştı. Şimdi o tehlikeli görüntüden hiçbir eser yoktu. Aksine, her zaman bildiği annesi gibiydi. Gözlerindeki pırıltılar, onun annesine duyduğu özlem pırıltılarıyla aynıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
akla kara
Fanfiction"İşte bu kadar şiddetli, bu kadar ağır; Beyazlar içerisinde simsiyah duygular." text, düz.