Yaşamak adı altında toplanmış bütün kavramları bünyede, sınırlı bir şekilde toplamak epey zordu. Özellikle bu kavramlar, genetik kodlarla, henüz doğumdan itibaren oraya yerleşmişken, onların dışına çıkmaya çalışmak imkânsızdı. Ne kadar kaçabilirdik kendimizden? İnsan değişmez, şekil değiştirirdi. Olmadık şartlar, yepyeni suretlerle, hiç yabancısı olmadığımız kötülüklerle, kısır bir döngü içerisinde son verirdik hayatımıza.
Kötü biri değildi ancak, kötü olmaya itilmişti.
Oturduğu bomboş koridorda da bunu düşünüyordu. Duvarlar, çehresi tamamen tanıdık bu hastane, kokusunu göstermekten çekinmezken yutkunmadan edemedi. Ne için bu sınırlar içerisine düşmüştü? Niçin bu suretlerden ayrılamıyordu?
"Bay Jeon, buyurun. Anneniz ayılmış bulunmakta."
Daldığı yerden sıyrılmasına sebep olan hemşireyle birlikte ufak bir tebessüm verdi. Henüz bir saat önce, amansız bir telefonun çağrısıyla yatağından kalkmış, bir koşu hastaneye gelmişti. Söylediklerine göre aşırı alkoldü sebebi. Endişesini bile ziyan etmiş, kendisine, öz oğluna buraya gelirken harcadığı eforun pişmanlığını yaşatmıştı.
Ayağa kalktı. Adımları bir ileri gidiyorsa, beş geri gidiyordu. Yüzündeki bütün ifade kırıntılarına son verip, 210 numaralı odanın önünde bitti. Cesaretini topladı. Kapıyı açtığı gibi, soluk yüz ifadesinde, bir aydınlanma gördü. "Jeongguk," dedi, doğrulmaya çalışan annesi. Şaşkınlık ve bariz bir sevinç peydahlandı yüzünde. "Oğlum."
Yutkundu. Yanına doğru geldiği vakit, ona sarılmak için uzanan kolları görmezden gelmiş, yatağın hemen yanındaki koltuğa oturmuştu. "Jeongguk." dedi, aynı ifadeyle. Elleri havada asılı kalmıştı. Göz altları morarmış, zayıflamıştı. Yüzünde, o çok sevdiği pırıltıdan eser yoktu.
Öylece baktı suratına. Bomboş bir ifadeyle izledi o çaresizliği. Gözleri buğulandı, yine de kanmadı o, "Seni çok özledim." Diyen sözlerine. "Seni çok özledim, Jeongguk. Bakma böyle. N'olur, sen de bakma bana böyle. Çok pişmanım. Her şey için çok pişmanım. Görmüyor musun çektiğimi? Annenim ben. Yetmedi mi bu kadar ceza?"
"Hangi ceza?" diyerek doğruldu olduğu yerden. Kaşlarını çatmış, dirseklerini dizlerine yaslamıştı. Bu mevzuyu açma niyeti yoktu ancak sanki boğazındaki dikenler söküp alınmıştı. "Senin bana yaşattıklarından sonra, hangi cezadan söz ediyorsun?"
"Jeongguk." dedi, yalvarır gibi. "Yapma, n'olur; Annenim ben-"
"Ben de senin çocuğundum," dedi, sesinin desibelini ayarlayamazken. "Sen benim annemsen, ben de senin çocuğundum," güldü, alayla. "İnsan tırnağına zarar gerse dünyayı yakacakken sen kalktın, kendi ellerinle yaktın benim hayatımı. Tamam dedim, bir sorun varsa çözmeliyim. Sonra bir baktım ki tek sorun benmişim. Senin şatafatlı hayatının ortasında, simsiyah bir katran."
Ağlıyordu. Titreyen, serumlu kolunun izin verdiği kadarıyla, gözyaşlarını sildi. "Fark etmedim," dedi, dudakları titrerken. "Jeongguk, iyi yerlere gel istedim. İyi ol istedim."
"İyi mi?" Sinirden gözleri dolmuştu. Kahkaha atmakla ağlamak arasında bir yerdeydi. "Sadece bir kere," parmağını titreyerek uzatmış, sıkıtığı çenesini zar zor gevşetmişti. "Sadece bir kere, ağzından güzel söz duyacağım diye kendimi hebâ ettim. Sadece bir kere kendinden önce beni düşün istedim. Sadece bir lanet gün anne, parayı değil de beni sev istedim. Ne oldu tüm o tantanaya? Ağlama," dedi, ağzından kopardığı hıçkırık kulaklarını tıkamak istemesine sebep olurken. "Ağlamaya hakkın yok. Ağlama, söyle. Söyle hadi, nerede o şan, şöhret, şatafat? Neden kuralsız hayatın, neden dağınıksın bu kadar? Neden, neden beni mahrum ettiğin her şeye sahipsin şimdi?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
akla kara
Fanfiction"İşte bu kadar şiddetli, bu kadar ağır; Beyazlar içerisinde simsiyah duygular." text, düz.