RÜYA GİBİ

43 10 5
                                    

RÜYA GİBİ

"Mucize, enerjinizi korkularınıza değil, rüyalarınıza verdiğiniz zaman başlar."


Richard Wilkins


Beliz, kaybolmuş bir çocuktu daha. Aslında bunaldığı hayatına bir fark yaratmak için başlamıştı üniversiteye bu yıl. Daha farklı bir bölümde okumayı tercih ederdi fakat bu, 1 yıl daha ertelemek, 1 yıl daha sınava hazırlanmak demekti. Yani 1 yıl daha baskı görmekti çok da sağlıklı iletişim kuramadığı annesinden. Annesine hak vermiyor değildi bazen. Adına hayat dediğimiz bu zorlu yolculukta annesi, genç yaşta yalnız yürümek zorunda kalan bir kadın olmuştu. Babası bir trafik kazasında vefat etmiş, Beliz babasıyla hiç tanışmamış, sadece ellerinde kalan birkaç fotoğrafta onu görmüştü. Anneanne ve dedesinin desteği ile annesi tarafından büyütülmüştü. Belki bir kelimeden ibaretti "büyütülmek" ama öyle derinden geçirmişti ki bu süreci hala atlatamadığı travmaları, üstesinden gelemediği korkuları vardı. Ne zaman bir aile görse önce babasının eksikliğini sonra var olan ama var olmasını gerçekten isteyip istemediğine emin olmadığı annesinin yaşattıklarını anımsıyordu. Annesinin son derece sert bir mizacı vardı. Beliz ona sunulan kurallar bütünü hazır bir dünyada büyümek mecburiyetinde kalmış bir çocuktu, çocuk olamamış bir çocuk. Çoğu zaman akranları gibi sokakta oynamasına izin verilmemiş, arkadaşları hep aile tarafından seçilmiş, hayata geliş amacı sadece "güçlü" olmaktan ibaret bir karakter olduğu dikte edilmişti kendisine. Çocuk olmak nedir bilmiyordu. Yapması gereken görevleri vardı. Uyanıp annesine yardım edecek, oturup derslerini çalışıp, ödevlerini yapacak, erkenden uyuyup bir günü daha hayatından eksiltmiş olacaktı. Yani kimseye bir sorun çıkarmaması, ayak bağı olmaması, son derece başarılı bir öğrenci olup annesinin istediği güçte bir kadın olması gerekiyordu. Kim çocuk olmadan bir kadın olabilirdi ki? Düşüp dizlerini kanatmadan, arkadaşıyla kavga edip eve ağlayarak gelmeden, sıra arkadaşı onunla oyuncağını paylaşmadı diye öfkeyle dolmadan nasıl öğrenecekti hayatın evdeki gibi hazır kurallar bütünüyle çevrili olmadığını. Sokak acımasızdı, insanlar daha da acımasız. Önce üzülmesi sonra gördüğü şefkatle öğrenmesi gerekirdi üzüntüsüyle başa çıkmayı. Beliz'e bu fırsat hiçbir zaman verilmemişti. Bunca kuralın içinde tüm görevlerini yerine getirse dahi ona tamamen güvensiz bir anneye sahipti. Ergenliğinin o en tepe buhranlarında bile inanılmaz bir baskı görüyor, bir kapana kısılmış gibi hissediyordu kendini. Mutlu değildi. Mutluluğun anlamını kavradığı, sorguladığı, öğrendiği zamanlarındaydı. O yüzden açıkça fark ediyordu ki, kendisi mutlu değildi ve hiç olmamıştı. Penceresinin önüne hep gelip giden bir kuş vardı adını "pörtük" koyduğu. Aslında hayvanları çok seviyordu ve sahiplenmek istiyordu ama çocukken eve getirdiği bir kedi yüzünden feci bir dayak yemişti annesinden. Annesinin aşılması çok zor tabuları vardı. Beliz'i koruduğunu, onu hayata daha güçlü hazırladığına inanıyordu bu şekilde davranarak. Evde bir kedinin olması ona göre pislikten ibaretti. Beliz'in o hayvan ile kuracağı muhteşem bağ ve bu bağ dolayısıyla öğrenecekleri umurunda değildi. O yüzden Beliz'in tek hayvan dostu penceresine koyduğu ekmek kırıntıları sayesinde gelen kuşlardı. Pörtük bunlardan en sadık olanıydı. Yemek varsa da yoksa da gelir, Beliz'in derdini dinler ve onun negatif enerjisini alıp götürürdü bir anlığına. Pörtük ile yaptığı konuşmalarda iç sesini duyuyor olmak Beliz'e iyi gelmemeye başlayınca bir cesaretle annesiyle konuşmaya karar verdi. Ne de olsa derdine Pörtük değil annesi çare olabilirdi yalnızca. Ergenliğin verdiği "büyüdüm galiba ben" hissiyle daha da cesaretlenmişti bu konuşma için. Annesinin karşısına geçip, ona mutlu olmadığını söylemiş ve yeni bir yol çizmek istemişti kendisine. Sandığı kadar kolay olmamıştı elbette bu konuşma. Yine müthiş bir tepkiyle karşılaşmış, bugüne kadar ona yapılan her iyi şeyi önüne getirmiş üstelik hakkını helal etmemekle ve evden göndermekle tehdit etmişti Beliz'i. Okulda arkadaşlarından duyduğu "ergen ya, biraz kendi haline bırakalım değişecektir illaki" tavrının azını bile görmemişti. Yine güçlü olmaya, isyan etmemeye, sorgulamamaya, her denileni koşulsuz şartsız kabul etmeye mecbur bırakılıyordu. Beliz kabullenmişti artık bu devranın böyle süreceğini. Dedesinin bir lafı vardı "ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecekti." Şimdilik deveyi gütmeyi sonrasında diyardan gitmeyi düşünüyordu Beliz. Bunun tek yolu farklı bir şehirde üniversite kazanmasından geçiyordu. Annesi senelerce güçlü olması adına yatırım yapmış, daima güçlü bir kariyer hedefi ile yetiştirmişti onu. Dolayısıyla farklı bir şehre gitmesine de ses etmeyeceğini düşünüyordu. Evden tek çıkış yolu vardı o da üniversite. Pek tabii kaçmak adına kötü bir tercih yapmak da istemediğinden kendini tamamen içe kapatmış, derslerine odaklanmış, zaten yapabileceği çok seçenek olmadığından bu kötü fırsatı lehine çevirmeye çalışmıştı. Evden sadece okulu için çıkıyor, annesinin izin verdiği ölçüde arkadaş ediniyor, tamamen üniversite kazanmaya odaklı bir yaşam sürüyordu lise yıllarında. Kendi dünyasını yarattığı odası bir liman olmuştu ona. Pencerenin dibinde tek kişilik yatağı vardı, çalışma masasının ve dolabının her yeri ise kar küreleriyle doluydu. Çocukluğundan beri her doğum gününde eve bir hediye paketi içinde kar küresi ve 2 yaprağı eksik papatya gelirdi. Çocukluğunda bunu anlamlandıramasa da kar kürelerinin güzelliği ile büyüleniyor, muhteşem bir heyecan duyuyordu minyatür bir dünyayı simgeleyen camdan kürelere. İçinde dopdolu bir sevgi var gibi hissediyordu. Altını çevirip küçük düğmesini açınca güzel bir melodi çalıyor ve kürenin her yerine karlar uçuşuyordu. Ortasında bir çift dans eder gibi dönüyordu. Onun masalıydı bu. Her gece yatmadan önce içlerinden herhangi birini seçip, açar ve bir süre izler öyle uyurdu. Her paket geldiğinde annesinin öfke saçmasına da anlam veremiyor, büyüdükçe kendince sebepler buluyordu bu duruma. Papatyalarını da asla atmak istemiyor, çekmecesinin bir köşesinde biriktiriyordu. Bu yüzden evdeki en sevdiği alan, odasıydı Beliz'in. Hem annesinden kaçtığı bir sığınak hem de hayalinde resmettiği o mutlu aile masalının somut izlerini gördüğü bir alandı çok da renk barındırmayan dünyasına. Nihayet sınav zamanı gelip çattığında pek de heyecanlı değildi. O kadar emek vermişti ve kendine o kadar çok güveniyordu ki henüz sınava girmemişken bile kazanıp gideceğini biliyordu. Yeni bir hayat için heyecanlıydı fakat kendini senelerce kapattığı odasından ayrılıp, hayalini kurduğu bambaşka bir dünyaya adım atacak olmasına endişelenmiyor da değildi. Bir gün sınav için son testleri çözerken bir paragrafı tekrar tekrar okumuş, test çözmeyi bile bırakmış defalarca okumuştu. Okudukça ona iyi geliyordu yazılanlar. "Yeni olan korkutur, bir meçhul olduğundan. Yeni bir ortam, yeni bir iş, yeni arkadaşlıklar, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni okul, hatta yeni bir aşk! Yeni olan ne varsa, her şey "yeniden" başlayacağından hep tedirginlik duyarız. Yeni bir şeyler öğrenmek zor geldiğinden kaçtığımız bir şey olur mesela. Bazılarımıza göre "yeniler" fobidir. Konfor alanından çıkmak istememeyi anlayabiliriz belki de ama neden konfor alanımızı daha da genişletmek elimizde olmasın ki? Korkmak veya tedirgin olmak yapmak istediklerimizi ertelemek gibi bir sonuç doğurur. Ertelemekse incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük şeylerin dağ gibi olmasına sebep olur. Yani tedirgin oldukça kaçar, kaçtıkça büyür, büyüdükçe daha çok korkar oluruz bir şeylerden. Bazen endişe bir şeyleri daha çok mantık süzgecinden geçirmemize de fayda sağlar fakat çoğunlukla tatlı bir telaşın ötesine geçer bu korkumuz. Kucağımıza bıraktığı yorgunluk ise cabası. Bir film seçerken, bir kitaba başlarken dahi bu durum bir ayak bağı olabilir. "Ya güzel çıkmazsa, ya iyi bulmazsak, ya geçen zamana değmezse vs." gibi sorularla yine ve yeniden "yeni bir şeye" adım atmak çok zor olabilir. Fakat en güzel şeyse yeninin bize getireceği bilinmezlikte saklıdır. Yeni bir nefes belki de yeni bir "dünya" demektir somut halini değiştiremeyeceğimiz "dünyaya". Yeni olandan değil, değiştiremeyip saplandıklarınızdan korkun..." diyordu paragrafta. Beliz okudukça paragrafın her cümlesi zihninde karanlık tuttuğu koridorları aydınlatıyordu adeta. Sanki evrenden ona gönderilmiş bir mesaj gibiydi. Her endişe ettiği, kaygı duyduğu şeyin cevabını alıyor gibiydi. Yolunun daha çok aydınlandığını hissediyordu şimdi. Sihirli bir değnek ona değmiş gibi hafiflemiş hissediyordu. "Yeni olandan değil, değiştiremeyip saplandıklarınızdan korkun!" Zihninde sadece bu cümle dönüyordu. O değiştiremeyip saplanan olmayacaktı. Hayatı boyunca kendine koyduğu hedef de bu kurallarını kabul etmediği dünyasını değiştirmek değil miydi zaten? Hedefinden hiç sapmadan delice ders çalışmış, istediği tüm başarıyı elde etmişti eğitimi konusunda. Şimdi son adımı da tamamlayacak, başka bir şehirde kendine yeni bir "yaşam" atayacaktı. Kendi eliyle, kendi azmiyle inşa edecekti bu yaşamı. Memnun olmadığı konumu değiştirecek, mutlu olmadığı bir tiyatronun içinde olmayacaktı. Kendi hikayesini kendi yazacak, o mutlu sonu geç de olsa elde edecekti.

GÖKYÜZÜNDE SON PERDEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin