İki

53 6 0
                                    

Eskiden yarısı benim olan yatağa devrildiği duydum. Bütün gece uyanık kaldım. Dizlerimi kendime çekmiş, kollarımı bedenime sarmıştım.

Uyumayacaktım.
Uyuyamazdım.
Yine o çığlıkları duyamazdım.


Sabah yağmurunun kokusunu aldım.
Oda buram buram ıslak taş, ters dönmüş toprak kokuyordu; hava rutubetli ve topraksıydı. Derin bir nefes aldım, sırf burnumu serin yüzeye bastırmak için ayak uçlarımda pencereye yürüdüm. Nefesimi camı buğulandırdığını hissettim. Yağmur damlaları bana, bulutların kalbinin attığını, benim de bir kalp atışım olduğunu anımsatan tek şeydi.

Yağmur damlalarını hep merak etmişimdir.
Hep nasıl aşağı düştüklerini, kendi ayaklarına takıldıklarını, bacaklarını kırdıklarını ve tam gökyüzünde yuvarlanarak mehçul bir sona doğru ilerlediklerini merak ederdim. Sanki birileri ceplerini yere boşaltıyor, içindekilerin nereye düştüğünü umursamıyor, yağmur damlalarının yere çarpınca patlamalarını, yere düşünce parçalanmalarını, insanların, yağmur damlalarının, kapılarına vurmaya cüret ettiği günlere sövdüklerini umursamıyordu.
  
Ben bir yağmur damlasıydım.
  Anne babam beni ceplerinden attılar ve beni ,betonun üzerinde buharlaşmam için bıraktılar.

Ani hışırtının olduğu yere döndüm. Hücre arkadaşım uyanmıştı. Beni inceliyordu.
Üstündekilerle uyuyakalmıştı. Siyah bir tişörtü ve incik kemiği yüksekliğindeki siyah botlarının içine soktuğu haki renkli kargo pantolonu vardı.

  Benimse üzerimde ölü pamuk, yüzümde ise güllerin rengi vardı.

   Bakışlarıyla silüetimi inceliyordu ve yavaşça yaptığı bu hareket yüzünden kalbim deli gibi çarpıyordu. Gül yapraklarını yanaklarımdan düşerken, bedenim etrafında süzülürken, yüreksizlik gibi gelen bir şeyle beni kaplarken yakaladım.

Bana bakmayı kes demek istiyordum.

Gözlerinle bana dokunmayı kes ve ellerini yanlarında tut istiyordum. Hücre arkadaşım hareket etti ve gözlerim odanın etrafında sekerek giden binlerce parçaya ayrıldı, bir milyon enstantane, zamanın içinde bir milyon an yakaladı. Eskidikçe silinen titrek imgeler, ölü uzayda tehlikeli bir şekilde dolaşıp duran donmuş düşünceler, ruhumu yarıp geçen anılar girdabı. Bana eskiden tanıdığım birini hatırlatıyor.

Aniden alınan nefes ve tekrar sarsılarak gerçekliğe geri döndüm.

Artık uyanıkken rüya görmek yoktu.
"Neden burdasın?" diye sordum beton duvardaki çaklaklara. 4 duvarda 14 çatlak grinin bin tonu. Zemin, tavan: hepsi bir betondandı. Uyduruk yatak çerçeveleri: eski su borularından yapılmış. Küçük pencere bölmesi: kırılmayacak kadar kalın. Ümitlerim tükenmişti. Gözlerim bir yere odaklanamıyor ve acıyordu. Parmaklarım soğuk zeminde tembel bir yolun izini sürüyordu.

Yerde oturuyordum; burası buz ve metal ve kir gibi kokuyordu. Hücre arkadaşım bağdaş kurmuş, karşımda oturuyordu, botları burası için biraz parlaktı.
"Benden korkuyorsun." Sesinin bir şekli yoktu.
Elimi sıkıp yumruk yaptım. "Korkarım yanılıyorsun." Yalan söylüyor olabilirdim ama bu onu ilgilendirmezdi. Alay edercesine güldü ve sesi aramızdaki durgun havada yankılandı. Başımı kaldırmadım. Benim tarafıma yönelttiği gözlerine bakmadım. Boğazıma tanıdık bir şey düğümlenmişti, yutmayı öğrendiğim bir şey.

Kapının 2 kez vurulması beni ürküterek duygularımın yere basmasını sağladı.

Hücre arkadaşım anında dimdik oldu.
"Kimse yok orada," dedim ona. "Sadece kahvaltımız geldi." 264 kahvaltının ardından hala kahvaltıda ne yediğimi bilmiyorum. İçinde çok fazla kimyasal varmış gibi kokuyordu; her zaman şekilsiz bir yığındı. Bazen tadı tatlı, bazen tadı fazla tuzlu fakat tadı her zaman iğrençti. Çoğu zaman, farkı anlamayacak kadar açlıktan ölmek üzere oluyordum.

Dont touch me/Taekook★Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin